Türk milliyetçiliği ve tarihin icadı- 1. Bölüm

Çarşamba, 12 Ekim 2016 01:55 tarihinde oluşturuldu
 
 
 

Başka bir bakış


Türk milliyetçiliği ve tarihin icadı
1. Bölüm

Etienne Copeaux

 

 
Etienne Copeaux

Türkiye uzmanı, jeopolitik alanında doktora

“Tarihin icadı” başlıklı bu metin, yazımını 1994 yılında tamamladıktan sonra yayınlanan ve aynı yıl sunumunu yaptığım doktora tezimin bir özeti olarak hazırlandı. Çalışmalarımın sonucunu, Autrement yayınları aracılığıyla büyük bir kitleyle ilk kez paylaşmayı deniyordum. Hiçbir geri dönüş ya da ilgi gösteren olmadı. Türk milliyetçilerin “tarih tezi” o kadar aşırıydı ki belki de benim abarttığımı düşünmüşlerdi. Bazıları da hiç ilgi çekmeyecek bir konuya ilgi gösteriyor olmama şaşırıyorlardı. Yirmili ve otuzlu yıllarda Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilen reformlar arasındaki bu reform genellikle tarihçiler tarafından unutulan bir reformdu.

Bu “tarih icadı” Kemalizm tarihinin ek maddesi değil. Ermeni soykırımının ve 1923 yılındaki “büyük mübadelenin” ardından on bir yıllık savaş ve şiddet sonucu yorgun düşmüş,  harap olmuş  Anadolu halkı tam anlamıyla yönünü kaybetmişti. İmparatorluktan cumhuriyete geçişte sıklıkla toprak kayıplarından söz edilse de aslında daha fazlası var: Anadolu’nun neredeyse her sakini evini, tarlalarını, bahçesini, sevdiği mekanını kaybetmişti; düşman gibi tanıtılan öldürülen ya da sürülen Ermeni, Rum komşusunu, dostunu, sokak köşesindeki zanaatkar ya da tüccarını kaybetmişti. Ve sonradan, o Ötekinin aslında kendisinin bir parçası olduğunu ve onun kaybının bir ampütasyon gibi hissedildiğini anladıysa da artık çok geçti.

Bu kaybı telafi etmek gerekecekti. Kemalistler, ilk milliyetçilerin detaylandırdıkları, mevcut bir tarihi anlatıyı kullandılar, bu hikaye bütün bu olaylara bir anlam kazandırıp, Anadolululara bir yön veriyordu. Bunu yaparken de yekpare ve köklü bir Türk kimliğini sabitlemeyi hedefleyen ve bir gelecek tasarlayarak değil de yeni bir geçmiş yaratıyordu. Güven veren bir hikaye.

Ancak 1994 yılında çok imalı olduğum bir nokta vardı, soykırım konusu. Bu konuyu hiçbir şekilde benim kişisel görüşüm olarak ifade etmedim: “Ermeni konusu bildiğimiz barbarlıkla halledilmişti”. O zamanlar Türk tarihi yazımını altmış yıldan fazla bir süredeki gelişimini bütünü içerisinde inceliyordum ve o zaman henüz ifade etmemiş olduğum ama artık elzem görüneni anlamıştım: bu hikaye tamamıyla soykırımın varoluşu ile koşullandırılmıştı –ve koşullandırılmaya devam ediyor. Hatta daha da geniş şekilde ifade edecek olursak, XX. Yüzyılın tüm Türk yaşamı bu ilk suç ve onun inkarı ile koşullandırıldı diyebiliriz.

Peki, bu metinde sunduğum hikaye, suçlular tarafından ağır suçlarını örtmek için hazırlanmış bahane-hikaye değilse nedir? Ermenileri sonra da Ortodoksları Anadolu topraklarından sildikten sonra Devlet, onların tarihlerini silerek her şeyi örtecek bir hikaye dayatıyordu. XX: Yüzyılın ilk yarısında meydana gelen Anadolu’daki bu “etnik temizlik” siyaseti bu hikayede ve ağır suçun varlığını kanıtlıyor. Nasıl bir psikanalist hastasını anlamak ve iyileştirmek için onun anlattığı hikayeyi dikkate alıyorsa, psikanalizin sunduğu öğeleri kullanarak daha sonra Atatürk kültünün oluşturulmasına katkı sağlayan söylenmeyeni, inkarı, Ötekinin reddini, ego oluşturulmasını ve tabii suçluluk duygusunu, rahatsızlığı ve yıkıcı kaygıyı anlayabiliriz.

Kemalist tarih yazımı ve oluşumu

Türk Tarih Kongresi’nin ilki 1932 yılının Temmuz ayında Cumhuriyet’in önemli isimlerinin yanı sıra toplantıların neredeyse tamamını takip eden Mustafa Kemal’in katılımı ile Ankara’da toplandı. Bir devlet başkanının kongre açması sıradan olsa da, bir hafta süresince takip etmesi pek de alışıldık bir durum değildir; bu katılım Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de tarih konularına vakfedilen önemin bir göstergesidir.

Neredeyse tamamı tarihöncesi ve eski tarihe adanmış olan bu kongre, aslında Türk tarih yazımına getirilen radikal perspektif değişimini yansıtmaktadır.

XX. Yüzyılın başına kadar bir Türk kendini, İslam dinine aidiyeti ile tanımlardı: “Elhamdülillah Müslümanım”. Bu kimlik unsuru Osmanlı döneminde o kadar güçlüydü ki, padişah hem halife hem de şeyhülislamdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun birden çok etnik yapı barındıran özelliği, hiçbir şekilde kelimenin güncel anlamıyla bildiğimiz “milliyet” tanımına elverişli değildi, geçmiş ise  Türklerin geçmişi olarak algılanmaktan ziyade Müslümanların geçmişi, yani ana hatlarıyla  Arapların geçmişi olarak algılanıyordu.

1923 yılında ilan edilen cumhuriyet rejiminde, tarih eğitimi birçok ihtiyaca göre uyarlanmalı ve ihtiyaçları karşılayabilmeliydi. Öncelikle, 1918 yılının galipleri tarafından yerilen Türk kültürünün değerini artırmak ve Türkiye’nin yurtdışındaki talihsiz imajı ile zarar görmüş Türk gururunu oluşturmak  gerekecekti. Bu imaj yenilikçi, cumhuriyetçi, laik, Avrupa akılcılığı ve pozitivizminin mirasçısı gibi sunulan Kemal’in reformları sayesinde 1920’li yıllarda yükselmeye başlar.

Öte yandan, madem bir devlet inşa ediliyordu, o zaman yabancı tarihin yani İslam ya da Avrupa tarihinin öğretilmesine devam edilmesinin kabul edilmesi mümkün olamazdı. Milli bir geçmiş bulmak gerekiyordu, peki ama hangisi? Türkler dokuz yüzyıldır Anadolu’da yerleşiktiler; halk olarak bir tarihleri vardı ve tarihi olan bir toprak üzerinde yaşıyorlardı. Orta Asya’dan gelen Türkler Anadolu’ya yerleşerek ve orada istikrar sağlayarak, Anadolu ile evlendiler. Bu birlikteliğin çocuklarının (günümüz Türkleri) yiğit olmaları için dünürlerin de yiğit olması gerekiyordu. Asya geçmişinin değerlenmesine yeni keşfedilen İyonyalılar, Akalılar, Urartular ve özellikle Hititler gibi Anadolu’nun eski medeniyetleri ile ilgili benzer bir operasyon eşlik etmeliydi.

“Asya’nın keşfi”

Tarih yazımının yeniden keşfedilmesi hareketi aslında Rus etkeninin son derece önemli bir yer tuttuğu olağanüstü bir dizi durumun sonucudur.

İlk etapta, Orta Asya hanlıklarının Ruslar tarafından alınması (başta 1873 yılında Aral gölü güneyindeki Hive Hanlığının alınması) XIX. Yüzyılda İstanbul’da halife-sultana yönelik Müslümanlar arası dayanışma çağrılarını tetikledi. Türk aydınları  Karadeniz kuzeyinde ve Hazar’ın kuzeyinde “ırk kardeşlerinin” varlıklarının farkına vardılar. Bu dönem aslında ilk başta Müslüman ümmetten ziyade, alanı hiçbir şekilde Osmanlı İmparatorluğu ile çakışmayan bir etnik gruba aidiyet duygusu ile ortaya çıkan Pantürkizm duygusunun yeşermeye başladığı dönemdir. Bu duygu ilk kez, aynı yıl Paris’te Osmanlı Ali Suavi’nin yayınladığı ve Hive hanlığının durumunu anlattığı eserinde yer alır.1

1873 yılında, yazar-gezgin Léon Cahun, Paris’te düzenlenen 1. Uluslararası Doğubilimciler Kongresi’nde, Turani olarak anılan ırkların tarihöncesi göçleri ve yerleşimleri başlıklı bir sunum yapar. Bu sunumda Cahun, Avrasya’nın ortasında bir iç denizin yer aldığı bir harita da paylaşır. Haritadaki büyük oklar Turanilerin kıtanın dış çevrelerine göçlerini temsil etmektedir. Bu kongrede gösterilen altmış yıl sonra Ankara kongresinde ele alınanın haritanın esasıdır. Türk dostu Léon Cahun’un Paris’te Osmanlı aydınları ile yakınlaşması, Türk tarihi hakkındaki fikirlerinin alışılmışın dışında uzun bir etki bırakmasına neden olur:  Mevcut okul kitaplarında bu haritanın resimleri görülebilmektedir.

Sömürge fetihlerinin sona erdiği dönemde Rus Türkolojisi gelişmeye başlar ve Türklerin geçmişlerini idrak etmelerinde belirleyici bir itici güç olur. Bu dönem Rus imparatorluğu ile Osmanlı imparatorluğu (özellikle de Kazan, Kırım ve Bakü bir yandan, İstanbul öte yandan) arasındaki sınırları aşan bir ağın kurulduğu dönemdir. Bu ağ aydınlardan, Abdülhamid rejiminden kaçan siyasi mültecilerden, Saint-Petersburg, Berlin, Paris’te öğrenim görenlerden oluşuyordu. Kimi son derece parlak araştırmacı olan bu şahıslar, XIX. Yüzyılda Türk alanını ilgilendiren  arkeolojik ve dilbilimsel keşiflere dahil oldular. Rus, Finlandiyalı, Fransız, Alman bilginler... ve Türk dünyasının başka bölgelerindeki araştırmacılar ve öğrenciler ile yakınlaştılar. Genç Osmanlılar ile aralarında Léon Cahun’un da yer aldığı, çoğu Türk dostu olan Türkologlar ile verimli buluşmalar gerçekleştirilir.

Orhun kitabeleri: Türklerin belleği

Moğolistan’da, Baykal gölünün güneyinde Orhun bölgesinde çok sayıda yazıtın keşfedilmesi ve deşifre edilmesinin önemini anlayabilmek için şartları anlamak gerekiyor. 1893 yılında, bu yazıtların tarihi  VIII. Yüzyıl’ın ilk yıllarına dayandırılır ve Türk dilinin bilinen ilk yazılı örneği olarak kabul edilir; bu yazıtlar, Türk hanları tarafından halkları için özenli edebi bir dilde yazılmış olan yazıtlardır; ve bu yazıtlar çok sayıda heyecan dolu Türkün milli duygu gibi bir şeyleri görmek istediği resmi bildirilerdir. Dönemin şartları Orhun yazıtlarının içeriğinin hızlı yorumlanmasına ve yayılmasına elverişliydi. Bu yazıtlar Türklerin  edebi dilinin ne kadar eskilere dayandığının, Devlet olarak örgütlendiklerinin, tek tanrılı inançlarının ve de Orta Asya kökenli olduklarının kanıtı idi. Ve aniden Türkler, tarihlerinin önemli bir döneminde gerçek geçmişleri, kültürel kişilikleri, özgünlükleri, kısacası kendi kimlikleri yüz yüze gelirler.

O dönemden sonra her şey çok çabuk gelişir: Thomsen’in2 çalışmaları, Cahun’un kısa sürede Türkçe’ye4 de çevrilecek olan bir tarih kitabına da temel oluşturur. XIX. Yüzyıl’ın sonu Türkiye’de tarih yazımının hareketlenmeye başladığı dönemdir, Necib Asım, Süleyman Paşa ve ünlü sosyolog Ziya Gökalp Cahun’un kitabına hayran kalmışlardır. 1910-1914 yılları arasında Gökalp bu “yeni geçmişten” esinlenen çok sayıda şiir yayınlamıştır.

Rusya’nın siyasi sarsıntıları (1905, 1917), Rus Türkolojik bilgilerin yayılmasında taşıyıcı olan genellikle Tatar ya da Azeri aydınlardan oluşan yeni Türkofon siyasi sürgünlerin İstanbul’a gelişlerini tetikler. Azerbaycan, Kırım, Kazan, Başkiriya, Türkistan’ın kısa ömürlü cumhuriyetlerinin eski yöneticileri olan bu kişilerin İslam için reformist modern bir bakış açıları vardır ve güçlü bir Türk ulusu bilincinin taşıyıcılarıdırlar; bu aydınlar arasında 1920’li yıllarda gelen tarihçiler Başkır Sadri Maksudov, [Arkal]6, Tatar Zeki Velidov , [Togan] Kemalist kültür reformunun aktörlerindendir.

1908 yılındaki Jön-Türk devrimi, Türk bilincini güçlendirmiştir. 1918 yenilgisinin utancı, Almanya’da olduğu gibi bir gurur patlamasını tetikler. Birkaç yıl sonra, olağanüstü askeri sıçramanın  ve Cumhuriyetin kurulmasının ardından, Mustafa Kemal Türkiye’ye yeni bir tarih, bir Türk tarihi ve Arap ve Acem etkilerden arınacak yeni bir dil vermeyi arzulamaktadır. Halifeliğin kaldırılması, Cumhuriyetin laikleştirilmesi daha sonraları Baasçı ve sonra Nasırcı7 olan Arap ülkelerinde olduğu gibi, Müslüman olmayan ulusal kimlik söyleminin kabulünü getirdi.

Benzer bir kültürel süreç Rusya’da meydana gelmekte; belki de biraz da Batı Avrupa’nın ret davranışı ile bağlantılı olduğundan, Asya değerlerine bir geri dönüşe tanık oluyoruz:  Söylemi içerisinde Rus tarihinde Asya geçmişinin ağırlığına atıfta bulunan “Avrasya” denilen hareketin (yeniden) doğuşu. Bu hareket, geçmiş on yılların tarih yazımı endişeleri ile birleşiyor ve “Avrasyacılık” gücünü “Asya’nın keşfinden” alıyor. Aslında tüm bu hareketler aynı noktada birleşse de, Bakü ile Ankara arasında bir rekabet de ortaya çıkıyor.

Ankara mı Bakü mü?

Ocak 1926’da, Türkiye’de yaşayan Tatar mülteci Ayaz İshaki, Türk-Tatar halkları için ortak bir kültür, tek bir dil ve “Türkçülük aydın merkezini Angora, Sivas veya Erzurum’a”9 taşımayı öneriyordu. Ancak Mart 1926’da, Asya’ya olan bu ilgi  Bakü’de10 düzenlenen ilk Kongre ile somutlaştı. Amaç Bakü’yü Türkofon dünyanın entelektüel başkenti yapmaktı; Bakü’deki bu kongre Türk Türkologlar ve İstanbul’da söz sahibi olan Kazanlı Tatarlar için başarısızlıkla sonuçlandı: Türkçülük aydın merkezi Anadolu’nun dışındaydı. Otuzlu yılların Kemalist kültür reformlarının gündeminin ne olacağı Bakü’de tartışılıyordu. Orhun yazıtları ile ilgili bir sergi gerçekleştirilir. Eski Türk tarihi kaynaklarının kolayca anlaşılabilir bir dilde yayınlanması önerilir, Bakü de bir araştırma müzesi ile hayat bulacak büyük bir etnoloji ve Türkoloji merkezi olacaktır. Kuşkusuz katılımcılar Mustafa Kemal adına kadeh tokuştururlar ancak Stalin açık bir şekilde Mustafa Kemal’in önüne geçmiştir: Bakü’de tüm Türk dillerinin yazım sistemi kurulur. Türkiye Kongre’ye katılan Türk delegeleri (Fuat Köprülü ve Hüseyinzade Ali) heyecanla beklenmektedir ve sunacakları raporların hükümet kararlarında etkili olacağı sezilmektedir.

Bakü’de, Ankara’nın da 1928 ila 1932 yılları arasında yaşayacağı bir Türk kültürü coşkusu, geçmiş ile yeniden buluşma sevinci, “gerçek” Türk dilini yeniden bulmak için “halka dönme” arzusu hakimdir; aynı soru işaretleri mevcuttur: hangi alfabe kabul edilmeli? Bunun kültürel sonuçları11 neler olur? Alfabe sorunu, 1863 yılından bu yana ilk kez Türkiye’de değil Azerbaycan’da gündeme getirilir ve Bakü’de, bir komite Latin alfabesinin yayılması için yaptığı çalışmalarını Kongre öncesine kadar sürdürür.  Kongre tarafından önerilen alfabe aslında Bakü’nün, Latin alfabesini 1928 yılında kabul eden Ankara’dan bir adım önde olduğunun somut göstergesidir.

Daha sonraları Kemalizm Türkiye’nin ilk Müslüman laik cumhuriyet olduğuna inandırmayı başarır. Ancak Kazan, Bakü, Kırım aydınları çok daha ileriydiler ve Türkiye’ye bu fikri ithal edenler de aslında ta kendileriydi. Azerbaycan bu öncü rolünde tek de değildi üstelik: kısa ömürlü Kırım Tatar cumhuriyetinin (1918) kuruluşu kadın ve erkeklere eşit oy kullanma12 hakkı ön görüyordu. Bakü kongresi Türkiye için bir tür meydan okumadır ve Sovyet devleti Türkolojiye verdiği destek bakımından bir adım ileridedir.

Adem Türk müydü?

Kemalist Türkler, Batılı alimlerden bayrağı devralarak araştırmaları ilerletebilir ve Türkolojiye “milli” bir gidişat kazandırabilir, ki yeni –ve gerçek- bir kimlik arayışının olduğu o dönemde gayet de anlaşılır olabilirdi. Bu Bakü ile bir rekabetin sonucu mudur? Türklerin bir yüksekten atma durumu söz konusu mudur? Kemalistler tarih ve arkeolojinin sonuç ve vaatleri ile yetinememişlerdir. Bakü kongresinin yapıldığı yılı takip eden yıllarda bir yandan Türkiye’de tarihi araştırma için bir devlet örgütlenmesine tanık olundu öte yandan da Cahun’un kitaplarının da etkisi ile Gökalp’in romantik hayallerinin etkisi arttı.

Türk tarih yazımı (Orhun yazıtları gibi) bilinenle veya keşifleri incelemekle yetinmeyecekti. Tarih ve arkeolojinin bilinmeyenlerini ve belirsizliklerini de inceleyecekti. Yeni keşfedilen Sümerler, Etrüskler, Giritliler, Hititler gibi bazı medeniyetlerin kökeni sorun yaratmaktaydı. Daha genel bir deyiş ile, “neolitik devrimin”, M.Ö. 4000 yıllarında insanoğlunun gerçekleştirdiği belirleyici ilerlemenin Hindistan, Mezopotamya, Mısır ve Avrupa’da nasıl yapıldığı konusunu anlamak zordur.

Bilimsel toplumlarda, büyük kardeş Rosny’nin halkın anlayabileceği dilde yazdığı romanlarının da gösterdiği gibi, jeoloji ve tarih öncesi arasında kalan konular ilgi çekmektedir. Léon Cahun’un ardından, son buzullaşma sonrasında Orta Asya’yı kapladığı düşünülen büyük iç denizin hatlarının yeniden oluşturmayı denediler. Olayı halkın anlayacağı şekilde anlatan birçok kişi haritalar önerdi hatta H.G. Wells, Evrensel tarihin Eskizi (1925) isimli eserinde bu konuya değinmiştir. Bu eser 1927 yılında Türkçeye Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çevrilmişti.

Türk Türkologlar bu denizin kıyılarında gelişmekte olan ve diğerlerine göre çok daha ileride olan proto-türk bir medeniyet olduğunu hayal etmektedirler. Binlerce yıl önce denizin kuruması bu Türk halklarının büyük ölçekli göçlerinin bir nedeni olabilirdi. Kemalist tarihçiler bir tür kumların Atlantis’i hayali kurmaktaydı. Hayalleri, milli coşkunun da etkisiyle mantığın sınırlarını zorluyordu. Léon Cahun’un 1873 yılında ileri sürdüğü bu fikirler yeniden kullanılacaktı: -Brakisefal ırkından- Türkler dil ve medeniyetlerini çok uzağa kıtanın sınırlarına kadar taşıdılar. Bu tarih tezleri ile Sümerlilerin kökeni sorununun çözülmesi de düşünülüyordu ve Çinlilerin, Hintlilerin, Mısırlıların ve neolitik dönemde tüm Avrupalıların gerçekleştirdikleri ilerlemelere de bir açıklama bulacaklarına inanıyorlardı.

Cahun, bunlara zaten dil bilimsel bir açıklama getirdiğini düşünüyordu. Türkler onun fikirlerini alarak daha ileriye taşımak istediler: Türk ve Hint-Avrupa dillerinin aynı kökten olduklarını kanıtlamak ve Türkçeden hareket ederek dünyanın tüm dillerinin menşeini anlatmak gerekecekti: güneş-dil teorisi otuzlu yıllarda geliştirildi. Tarih tezleri ve güneş-dil teorisi o dönemin Kemalist aydınlarını hareket geçirir; tarih öncesi dönem, eski tarih, dilbilim tarihi, antropoloji dönemin hakim bilim dalları olur.

Dünyanın Türk menşei ile açıklanması Anadolu tarihini, “dünür” sorununu da çözer. Türkler dokuz yüzyıldır Anadolu’da yaşamaktadırlar ama Anadolu’da Ermeniler ve Rumlar da vardır. Ermeni sorunu bildiğimiz vahşet ile halledilmişti. Ancak Yunanistan toprak talep ediyordu ve 1919 yılında  batıda askeri işgal gerçekleştirdi. 1922 askeri zaferi, mübadeleler Atatürk’e yetmemişti; zaferin ardından ırsi düşmanı püskürtmek ve sınır dışı etmek, Yunanlıların milli talepleri ile ilgili tüm tarihi temeli yok etmek, Anadolu’nun Yunanlılar gelmeden çok önce Türk olduğunu kanıtlamak gerekiyordu.

Türk milliyetçiliği arkeolojiden yararlanmak arzusundaydı: 1930 yılında Hititler artık iyice biliniyordu (1906 yılında Boğazköy kazıları başlamıştı). Ancak dil konusu hala karanlıktı ve dönemin alimleri bilinen eski dillerle hiçbir bağlantı bulamıyorlardı. Türk dil bilimcileri bu gedik içine batacaklardı: Hititlerin eski Türkler olduğunu, göç yolu ile Orta Asya’dan geldiklerini söylemek cezbediciydi. Sonuç olarak dil bilimi Hititlerin Hint-Avrupa ailesinden olduğunu kanıtlamak üzere olsa da çok önemli değil, ne de olsa 1936-1937 yılında güneş-dil teorisi tüm dillerin Türkçeden kaynaklandığını “kanıtlayacaktı”!

Kemalist tarihçiler, bilimsel bilginin en ileri noktaları ile karanlıkta kalmış noktalarını kullanıp, “yeni bir geçmiş” oluşturarak, Osmanlılara değil de Türklere ait şanlı bir geçmişi yeniden oluşturma ihtiyacına cevap vermiş oldular. İslami geçmiş ile kopma kesin olarak tamamlanmış oldu.