Geçmişle yüzleşememek kimlikte tahribatlar yaratıyor

Cumartesi, 08 Şubat 2014 14:55 tarihinde oluşturuldu
 
 
  Türkiye'den bakış


Geçmişle yüzleşememek Türk kimliğinde tahribatlar yaratıyor

Tanil Bora

 

 
Tanil Bora

Yazar

"Türkiye'nin linç rejimi" kitabında meşrulaştırma mekanizmaları hep hazır tutulan linç eylemlerinin analizini sunan Tanıl Bora'ya göre Türkiye'de insanlar kimliklerini tehdit algılarına göre biçimlendiriyor. Son dönemlerde din olgusu kimliğe daha güçlü lehimlenirken muhalif sesler “dış mihraklar"la özdeşleştirilir oldu. Bora'ya göre geçmişle hesaplaşmayı kimlik kurgusunun bir bileşeni haline getirmek gerekiyor.


"Türkiye'nin linç rejimi" kitabınızın yeni baskısı yayınlandı. Artık olağan hale gelen ve sizin de bahsettiğiniz "linçler silsilesi", sürekli bir öfke, şiddet ve ötekinin varlığını ortadan kaldırma üzerine kurulu bir kültürün içinde yaşadığımızı düşündürtüyor. Türk kimliği neden kendisini bu kadar öfkeyle ifade ediyor ?

Bu linç girişimlerini tamamen “tertip, tezgâh” diye açıklayıp, komplo teorilerine iltifat eder durumuna düşmek istemem. Fakat bunların “tertip edildiğini” de unutmamak gerek. Bunları yüreklendirenler var, teşvik edenler var. Gayrınizami harp cihazının uzun süreli deneyimi içinde, bu işte profesyonelleşmiş yapılar var. Bunlar, dili ırkçı-milliyetçi nefret söyleminden başka bir şeye dönmeyen örgütlerle veya gruplarla simbiyoz halindeler zaten. En önemlisi, bunların hoşgörülmesi, geçiştirilmesi hatta “milli infial”, vatandaşlarımızın tepkisi” diye meşrulaştırılmasıdır. En büyük teşvikçi, linç girişimlerini normalleştiren, mazur gören, gösteren bu polis-adliye ve hükümet tavrıdır. Linç tehdidini zımnî bir tehdit aracı olarak kullanan bir tavır bu. Linçi, “aşağıdan yukarıya olağanüstü hal” yöntemi olarak kullanan bir tavır. Bu sistematik tavırdan ötürü, bahsettiğiniz küçük kitaba başlığını veren bir “linç rejiminden” söz ediyorum.

Ancak komplo teorilerini saçmalaştıran, bir komployu teşhis etmeleri değil, onu mutlaklaştırmaları, başka öznel ve nesnel etkenleri hesaba katmamalarıdır. Bu duruma düşmemek gerek. Zira gayet basit: kışkırtmadan netice çıkıyorsa, orada bir “kışkıran” da vardır! İnsanlar neden kışkırtmaya geliyorlar? Bunu sormak ve ciddiye almak gerekir. Cevabı ararken, güçlü tehdit algılarıyla karşılaşıyoruz. Milli eğitimden günlük politik nutuklara, gazete köşe yazılarına ve internet salvolarına, sürekli yeniden üretilen tehdit algıları var. Düşmanla, düşmanlarla ilgili tehdit algıları. Öznesi kim olursa olsun, esas olarak mutlaka bir düşmana işaret ederek işleyen bir tehdit söylemi.


Tehdit algısı mı biçimlendiriyor Türk kimliğini ? Bu tehdit algısı neden hiç bitmiyor ?

Bir kere, dediğim gibi, dört koldan sürekli yeniden üretildiği için bitmiyor. İkincisi, bu “formatın” baskınlığının da katkısıyla, milli meselelerle alakası olmayan başka ve gerçek tehdit algıları da buraya transfer oluyor. İktisadi tehditten ve toplumsal tutamak kaybının yol açtığı kaygılardan söz ediyorum. Özellikle Kürtlere dönük linç saldırılarının olduğu yerlerde, gerek yoksulların gerek orta mülk sahibi zümrelerin, işle güçle ilgili kaygılarının kolaylıkla “Doğululara” yöneltilebildiğini görüyoruz. Biraz abartma payıyla, Avrupa’daki, göçmenleri hedef alan ırkçılığa benzetebiliriz bunu. İnşaatta iş bulamayacağından korkan işçi-işsizin, müşteri potansiyelini yeni bir dükkancıyla paylaşmaktan hoşlanmayan esnafın “dışarıdan gelenlere” diş bileyişi… Birkaç adım daha geri çekilip bakarsak, genel olarak hayatın zorlaşmasının, güvencesizleşmesinin, maddileşmesinin, kısacası kapitalizmin ve modernizmin beraberinde getirdiği sıkıntıların, bununla beraber büyüyen “bir yere, bir cemaate ait olma” ihtiyacının, bir “biz”e sarılmaya ve bir “öteki”ne kahretmeye olan düşkünlüğü artırdığını düşünüyorum.


Ya "öteki"yle ilişkiler ? 

“Öteki”ne olan ihtiyaç artıyor işte bu tarif etmeye çalıştığım vasatta. Olumsuz anlamda artıyor. “Biz”in dayanakları, tutamakları kırılganlaştıkça, kendini Öteki’nin kötülüğü üzerinden tarif etmeye daha çok sarılıyor insanlar. Bu, Öteki’yle ilişkiyi asgariye indirmeye hatta kesmeye götüren bir sarmalı harekete geçiriyor. Bilmediğiniz, tanımadığınız “şey” zaten sizi daha çok korkutur, onla temastan kaçınırsınız. Bu kimlik kafeslerini kırabilmek için temaslar, buluşmalar, karşılaşmalar için özenle, hususi uğraşmak gerekiyor ve daha çok gerekecek.


Tehdit algısından söz edilmediğinde de kendimizi "dünya/bölge lideri" ilan ediveriyoruz. Ortasını bulamıyor muyuz ?

Türk milliyetçiliği ve muhafazakarlığı, öteden beri kendine “büyük devlet” donu biçti. Kâh Osmanlı’ya dayanan bir geleneğe dayanarak, kâh Türklüğe “binlerce” yıllık bir “nizam-ı alem” misyonu atfederek… Cumhuriyetin ilk devresinin harp yorgunu ve öncelikle Batılılaşmayı hedefleyen ikliminde bile, Türklüğün tarihi cevheriyle beraber, “Türk İnkılabının” tazeliğine, diriliğine dayanarak, “cihana örnek olma” iddiası soluk alıyordu. Yakın dönemde, tarih-misyon hamasetine, Türkiye ekonomisinin ve “Türk insanının” “yorgun Batı’ya” galebe çalabilecek dinamizmine işaret eden bir ekonomist milliyetçilik söylemi de eklendi.

Şunu da ekleyeyim: Böylesi büyüklenmeler, “pan”-milliyetçi hayaller, emperyal hevesler, bazı durumlarda “ileriye doğru kaçış” anlamı taşır. Bir şeyleri yitirdiğinizi, gerilediğinizi, ağır bir sorunla karşı karşıya olduğunuzu hissettiğiniz bir vaziyette, bakacak “büyük resimler” çizerek kendinizi daha iyi hissedersiniz. Bu dediğim, daha ziyade Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki pan-İslamizm ve Turancılık için geçerli aslında. Ama bugün de biraz bu “ileriye doğru kaçış” esintisi yok değil.

Tehdit algısının yarattığı kaygıyla büyüklenme arasında gidip gelen bu duygusal karmaşa, “kompleks” dediğimiz şeyin Türkçesi budur biliyorsunuz, tam ergen ruhuna uygundur.


"Geçmeyen ergenlik" olarak tanımlamıştınız milliyetçiliği. Türkiye hala bu ergenlikten muzdarip mi ? 

Ergenlikten niçin bahsediyorum? Her istediğini yapabileceğine, önünde bir dünyanın açıldığına inanan bir iyimserlik ve arzu fanteziler ile derin bir acz duygusu ve “kimse beni anlamıyor” melankolisi arasında yalpa vuran bir ruh halinin mevsimi olduğu için. İşte, milliyetçilik, bir tür küresel ısınma etkisi gibi, sene ve seneler boyu bu mevsimden çıkamamak anlamına gelebiliyor.

Mesela “tahrik var” gerekçesinin linçlerden kadın cinayetlerine sorgusuz sualsiz geçerliliği de bir ergenlik alameti değil mi? Ergenler çok kolay tahrik olur, fevri davranırlar, “delikanlı çocuk, kanı kaynıyor” diye bir tür “tahrik hakkı” tanınır onlara. Fiilî bir “tahrik hakkının” böylesine kurumlaşması da bana bir “ergen-toplum” halinde olduğumuzu düşündürüyor.

Her milliyetçilikte ergen ruhu kendini öyle böyle duyurur. Türk milliyetçiliği için belki kendi ergenlik döneminden çıkamama gibi bir problemden söz edebiliriz. Farklı milliyetçilik söylemleri arasında elbette “büyüme” alameti gösteren örnekler yok değil ama toplamda, böyle bir problemden söz edebiliriz. Nedeni, başka konuştuklarımızla, tehdit algısı ve güvensizlikle ve tabii ki bunların namütenahi ideolojik çoğaltımıyla alakalı.


Din nerede duruyor bu kimliğin içinde ?

Türk milliyetçiliğin hemen bütün kollarında din, milli kimliğin unsurlarından biriydi. Laisist kabul edilen Kemalist milliyetçilik için de geçerlidir bu. Erken cumhuriyet dönemi politikalarından şimdiki ulusalcılığa, Türk, Müslüman-Türk’tür. Muhafazakar milliyetçilik, dinin milli kimliğin kurucu unsurlarından olma mevkiini yükseltir, ona “çimento”dan “ruha” kadar bir dizi maddi-manevi işlev atfeder. İslamcılığın milliyetçiliği reddeden radikal kanatları dışındaki ana akımı da aşağı yukarı aynı çizgidedir. Burada din, milli kimlik tespihinin imamesi haline gelir. Son on yılda dinin milli kimlik kurgusu içindeki yerinin bu istikamette genişlediğini görebiliriz.

Tabii bu seyrin etkisi, dindar olmayanları hele inanmayanları milli cemaatten dışlamaya müsait (zaten varolan) bir söylemin güçlenmesi yanında, dinin kimliğe indirgenmesidir. Dinin ahlakının ve felsefesinin kimlik siyaseti elinde araçsallaşmasıdır.


Bazı yazarlar tarafından "post-Kemalizm" olarak tanımlanan bu dönemde Türk kimliğinin tanımlanışında değişiklikler oldu mu ?

Bir değişiklik, dinin milli kimliğe daha güçlü lehimlenmesidir. Az evvel konuştuğumuz gibi. Diğer bir değişiklik, “dünya lideri”olma iddiası ve ekonomist milliyetçilik bahsinde konuştuğumuz heyheylenmedir. Aslında bu ikincisi, ilk evresinde, şu yakın zamana kadar, özgüvenli ve “sakin” bir milliyetçilik söyleminin inşasına hizmet ediyordu. Kürt meselesinde bir çözüm bulma arayışıyla da birleşerek, hamasi ve saldırgan milliyetçilik söylemine karşı, gerçek milliyetçiliğin “millete hizmet etmek, onu kalkındırmak” olduğunu söyleyen bir liberal milliyetçilik söylemi kuruyordu iktidar. Bu ekonomist ve liberal milliyetçilik söyleminin benzerini Demirel’in “rahat” iktidar dönemlerinden ve Özal’dan da hatırlıyoruz.

Ancak bu iyimser, özgüvenli hava fazla uzun ömürlü olmadı. Bunun nedenini sadece başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da “bölge lideri” misyonu üstlenme stratejisinin başarısızlığa uğramasının yarattığı hayal kırıklığında görmüyorum. İktidar, büyük bir çoğunluğa dayanarak bütün gücü elinde topladığına olan inancı toplumsal muhalefetin kabarışlarıyla sarsıldıkça sertleşti, saldırganlaştı; bu saldırganlık, milliyetçi söyleme de yansıdı. “Yükselen yıldız Türkiye” mitosu, esas olarak yine tehdit algısını besler hale geldi; her muhalif ses, “yükselişimizi çekemeyen dış mihrakların” fitnesiyle izah edilir oldu. İktidar kibri, milli kibirle birleşti. Şunu da eklemeliyim: Kürt meselesinde BDP’yi asla gerçekten muhatap almayan tutum, zaten bu kibir bileşimini kronik olarak yeniden üretmektedir.


Son dönemlerde hükümetin eliyle "dış güçler" ve "komplo" söylemleri yeniden gündeme geldi. Toplumda karşılığı var mı bu söylemlerin ?

Evet, kerli ferli insanlar, “kanaat önderleri”, yemeden içmeden entrika “analizleri” püskürtüp duruyorlar toplumun üzerine. Başa dönüyoruz. Tıpkı linçlerdeki gibi. Tahrik var ama ne yazık ki tahrike amade bir zemin de var. Zira bir kurulu ideolojik mekanizma var. Güçlü bir zihniyet temeli var. Zihinler komplo teorisine idmanlı. Bu idmanlılık halinin, ideolojik öğrenilmişliğin yanı sıra, yine güvencesizliğin etkisinden söz edeceğim. İnsanlar kendilerini güvencede hissetmedikleri, tehdit algıladıkları oranda, karanlık rivayetlere daha fazla kulak kabartırlar. Komplo zihniyetinin bir “mutlak kötü” mitosuyla iç içe geliştiğini de biliyoruz. Nefret söylemi, komplo zihniyetine iyi gelir. Hasmınızı şeytanileştirdikçe, onun saiklerini, sebeplerini düşünmez, her hareketini kötülüğüyle açıklarsınız. 


Ermeni soykırımından söz edilmesini kimliklerine bir hakaret olarak mı algılıyor Türkiye'de insanlar ?

Elbette. Genel eğilim, bu insanlık suçunu, topyekun “Türk” kimliğine yapıştırılan bir itham, bir kara çalma olarak algılanmasıdır. Burada kimlik denen “belânın” zorlukları ortaya çıkıyor işte. Kimliği tamamen doğal bir varoluş kipi olarak, çıplak kendimiz olarak, “her ne isek o” olarak algılamaya yatkınız. Oysa kimlik, inşa edilen, hayallerle, niyetlerle, deneyimlerle yoğrularak kurgulanan bir varoluş. İçinde verili olarak bulunan etmenler de var, başımıza gelenlerle, bilinçli eylemlerimizle, yapıp ettiklerimizle kattıklarımız da var. Kişisel kimliklerle farklı kolektif kimlikler arasındaki etkileşimler, kimlik kurgularını iyice karmaşıklaştırıyor. Tek kimlikli de değiliz ki hiçbirimiz, çoğul kimliklerimiz var. Hem çoğul kimliklerimiz var, hem kişisel ve kolektif kimlik kurgularımızın birçok farklı bileşeni, birçok yüzü var. Bu duruma yüzleşmek, bunu “idare etmek” kolay mı, değil! Zaten modernleşme ve medenileşme süreci, bu zorluğun idrakinde olmak anlamına gelir. Kimliğinizi körü körüne, olduğu haliyle savunmak yerine, onun üzerine düşünmek ve onu “doğru” bildiğiniz biçimde kurmaktan, bazen yeniden yeniden kurmaktan sorumlu hissedersiniz kendinizi.

Ermeni soykırımı meselesinde de öyle. Kimliği doğal, organik bir varoluş saymadığınız, verili kimlikleri sorguladığınız oranda, Ermeni soykırımındaki “Türk” sorumluluğunu kendinize hakaret olarak almazsınız. Zaten verili Türk kimliğini sorguluyor, veya milliyetçiliğe mesafeniz oranında onunla özdeşleşmeyi reddediyorsunuzdur. Ama şunu da unutmamak gerekir:  Ermeni soykırımı ve onun inkârı,  Türk milli kimliğinin ve ulus devletin harcına karılmış bir malzemedir; siz vatandaş kimliğinizle, doğrudan suçun değil ama suça dayanan bir tarihsel-toplumsal yapılanmanın/oluşumun/geleneğin paydaşısınızdır. Kimliğinizden duyduğunuz medeni sorumluluk oranında, içinde böyle bir suçu barındıran bir kimlik kurgusuna rıza göstermemeniz, buna itirazınızı belli etmeniz gerekir. Türk kimliğini, kimliğin o mâkus bileşeniyle yüzleşerek, bizzat onunla hesaplaşmayı kimlik kurgusunun bir bileşeni haline getirerek yeniden kurmak gerekir.


Geçmişiyle yüzleşememek kimlikte tahribatlar yaratıyor mu ?

Bir önceki soruda konuştuğumuz çerçevede, evet. Tarihsel sürecin, beşeri deneyimin insanları, toplumları olumlu-olumsuz değiştiren etkisine kapalı, sabit bir kimlik anlayışı yaratıyor. Hamasete dayalı bir tarih ve politika algısını takviye ediyor. Bir  mutlak iyilik, mutlak haklılık yanılsamasına dayanak oluşturuyor. Kimliği içinde kapalı kaldığınız bir kafese dönüştürüyor.