“Kürt kimliği ezilmişlik ve direnişle, sessizlik ve çığlıkla şekillendi”

Çarşamba, 04 Haziran 2014 08:55 tarihinde oluşturuldu
 
 
  Türkiye'den bakış


“Kürt kimliği ezilmişlik ve direnişle, sessizlik ve çığlıkla şekillendi”

İrfan Aktan

 

 
İrfan Aktan

Gazeteci

Gazeteci İrfan Aktan'a göre Kürt kimliği inkâra karşı geliştirilen direnişler üzerinden yeniden şekillendi. Ancak günümüzde inkâr bitmedi, sadece form değiştirdi. İnkar bitip normalleşme dönemi geldiği zaman, Kürt kimliğinin içeriğine dair de hararetli bir tartışma başlayacak. Aktan'a göre Türkiyelileşirken aynı zamanda Kürdistanlaşmak isteyen Kürtler geçmişleriyle yüzleşmeye Türklerden daha fazla hazırlar.

 

Uzun yıllar sürdürülen varlığının inkârı Kürt kimliğini ne ölçüde biçimlendirdi? Belirleyici bir unsur oldu mu?

Bence oldu. Kürt kimliğinin esas olarak inkâra karşı geliştirilen direnişler üzerinden yeniden şekillendiğini söyleyebiliriz bence. Cumhuriyet öncesinde, hatta cumhuriyetin ilanından bir süre sonra da Kürt kimliğinin varlığı inkâr edilmiyor. İnkâr, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonradan keşfettiği tekçi ulus-devlet modelinin sadece bir pratiği. Hikmet Tanyu’nun “Atatürk ve Türk Milliyetçiliği” isimli, 1961’de basılmış olan kitabında aktardığı bir rivayet veya anekdot, Kürt kimliğinin inkârının nasıl başladığını bence çok iyi özetliyor. Anekdotu kitaptan okuyayım istersen. 

Tanyu “olayı” şöyle anlatıyor: “Muhafız Alayı erlerinden ikisi Çankaya köşkünün bahçesinde güreşe tutuşmuş, diğer erler de onları seyrediyordu. Otomobillerin sesi, erlerin hemen kaçışmasına sebep olmuştu. Atatürk köşke geliyordu. Büyük Ata otomobilini durdurdu ve bir el işaretiyle kaçışan erleri yanına çağırdı. Bilhassa gömleğini, fanilasını giymeye vakit bulamayan pehlivan erlerden biri fazla heyecanlıydı. Ata’nın yanına korka korka yanaştı. ‘Ne yapıyorsunuz burada?’ Ata’nın sualine bir onbaşı cevap vermişti: ‘Güreşiyorduk Paşam!’ Ata memnun olmuştu, çünkü güreşi pek severdi. ‘Peki, dedi, devam edin öyleyse!’ Erler çekingenlik gösterince, Atatürk ısrar etti: ‘Güreşin güreşin, dedi, ben de seyredeceğim. Yalnız önce kimin başpehlivan olduğunu öğreneyim.’ Ata’nın yanına gelen yarı soyunuk, çok heyecanlı olanı bir adım öne çıktı: ‘Benim Efendim’. ‘Adın ne senin?’ ‘Kürt Memet’. ‘Kürt’ sözünü duyan Atatürk kaşlarını çatmıştı, fakat bir an sonra tekrar mütebessim bir çehre ile pehlivana mukabelede bulunmuşlardı: ‘Kurt gibi kuvvetli olduğun için mi sana Kurt Memet diyorlar?’ ‘Kürt Memet’ köylüydü, okumamıştı ama Ata’nın kasdetmek istediğini hemen kavradı: ‘Evet Paşam, dedi, benim adım Kurt Memettir. Yanlış söyledim demin.

Bence Hikmet Tanyu’nun aktardığı bu hikâye bize devletin Kürtlerle ilişkisini en iyi özetleyen olaylardan biri. Bir kere devlet, inkârcılığını inkâr etmiyor, edemiyor. Varlığını inkâr edemeyeceği kadar geniş bir Kürt nüfusu, Kürt coğrafyası ve tarihi var. Diğer yandan “Kürt Memet”in köylülüğüne, okumamışlığına yapılan vurgu, devletin Kürt algısını dışa vuruyor. Cumhuriyetin başından itibaren Kürtlerin “köylülüğü”, “okumamışlığı,” asimilasyonist politikanın temel dayanaklarından biriydi. "Cahili kandırmak da sindirmek de kolay" diye düşünülüyordu. Ama “Kürt Memet”in “pehlivanlığı” unutuluyor veya küçümseniyordu. O yüzden de Cumhuriyet elitleri, Kürtlerin inkârcılığı çabucak benimseyeceği hülyasına kapıldılar. Şeyh Said isyanı ve Dersim katliamıyla devlet, Kürtleri askeri olarak da yendiğini zannetti. Nitekim inkâr, tehdit, tedip politikaları kısa vadeli “meyveler” de verdi ve Kürtler uzun bir süre devlete karşı sessiz kaldı ve hatta boyun eğdi. Fakat bu çok uzun sürmedi. İlk etapta Demokrat Parti’nin popülizmi üzerinden Kürtler yavaş da olsa kıpırdanmaya, Türkiye İşçi Partisi’yle birlikte seslerini çıkarmaya ve giderek Devrimci Doğu Kültür Ocakları gibi küçük oluşumlarla da yeniden örgütlenmeye başlayarak varlıklarını kabul ettirmeye, dertlerine çözüm bulmaya başladılar. 1960’larda başlayan Kürt örgütlenmesi ve Türkiye’deki sosyalist hareketlerin de kısmî ideolojik desteği 1980’lerin başına gelindiğinde yeni bir isyanın başlamasıyla neticelendi. 1980’ler, “Kurt Memet”in suskunluğunu bozması ve yeniden “Kürt Memet”e dönüşmesinin başlangıcı sayılabilir bence. Dolayısıyla Kürt kimliği ezilmişlik ve direnişle, sessizlik ve çığlıkla birlikte şekillendiği için özgün bir yapıya sahip. İnkârın, Kürt kimliğinin belirleyici bir unsuru olup olmadığını sordun ya, bence tüm bu tarihsel bağlam içinde baktığımızda, buna rahatlıkla “evet” diyebiliriz.


Kürtlerin varlığının inkarı bir miktar da olsa sona erince kimliğin tanımlanmasında değişiklikler oldu mu ?

Bence Kürt kimliğinin tanımındaki değişim inkârın sona ermesiyle değil, Kürtlerin isyanıyla yaşandı. İnkâr bitmedi, sadece form değiştirdi. Zaten inkâr sona erdiğinde, Kürt olma hali normalleşecek, o ancak o zaman çözüme yaklaşılmış olacak. Şu an öyle bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Bence Kürt hareketi de o noktada olunmadığını düşündüğü için mücadele hattını gevşetmiyor. Ama normalleşme olduğu zaman, Kürt kimliğinin içeriğine dair de hararetli bir tartışma başlayacak. Bu tartışmayı da Kürtler kendi aralarında, özellikle sınıfsal temelde yürütecekler. Ama devletin baskı ve saldırıları dolayısıyla Kürtler şu anda bu tartışmayı kısmen de olsa ertelemiş durumda. Fakat bir yandan da güncel olarak baktığımızda Kürtlerin bir bölümünün AKP’nin yanında, bir bölümünün de BDP’nin içinde konumlandığını görüyoruz. Bu pozisyonlar bile kimliğin içeriğine dair Kürtlerin muhtemel tartışmalarının işaretini veriyor. Devlet inkârcılıkta yenildiği anda, bu sefer AKP’nin ve dolayısıyla devletin yanında konumlanan Kürtlerin, pozisyonlarını izah etmeye başlaması gerekecek.  Ama bence bu tartışma için daha zaman var. Bence o tartışma başladığı zaman, Kürt kimliği de, “Kurt Memet” ve “Kürt Memet” meselesi de netleşmeye başlayacak. “Kurt Memet”, Mustafa Kemal’in yanında niçin boyun eğdiğini, niçin “Kurtluğa” razı olduğunu, isyan eden Kürtlere izah etmek zorunda kalacak. O izahat, uzun dönemde Kürt kimliğinin yeni içeriğini de belirleyecek.


Din olgusunun bu kimliğin içindeki ağırlığı nedir? 

Kürtlerin toplumsal örgütlenme biçimiyle dindarların cemaatçiliği arasında enteresan bir benzerlik var. Zaten Türkiye’deki pek çok dinî cemaatin kökeni de Kürtlere dayanıyor. Kürtler kabileler, aşiretler ve aşiret konfederasyonları üzerinden belli bir toplumsal örgütlenmeye sahip bir halk. Zaten bu toplumsal örgütlenme, Kürtlerin, devletin saldırıları karşısında çarçabuk dağılmamasını da sağladı bence. Eskiden aşiret ağaları aynı zamanda din adamlarıydı. Şeyh Said örneğin, siyasî bir figür olduğu kadar bir din adamıdır da. Fakat devlet hem dinî cemaatleri hem de aşiret reislerini çeşitli yöntemlerle kendi safına çekerek veya sindirerek, Kürt toplumunu boyunduruk altına almaya girişti. Bunda da önemli ölçüde başarılı oldu. O yüzden de Kürtlerin şimdiki isyanını bir aşiret reisi veya dinî önderin başlatması söz konusu değildi. Nitekim PKK, sosyalist bir hareket olarak ortaya çıktığı halde çoğunluğu mütedeyyin olan Kürtler içinde hızla güç kazandı.

Abdullah Öcalan yoksul bir köylü aileden geliyor. Bu, Kürtlerin isyan tarihinde önemli bir ayrıntıdır. Ezilen Kürt sınıfları PKK’ye, ışığı görmüş kelebekler gibi koşarken, aşiret reislerinin de kendi tebaalarını koruculaştırarak, devletle birlikte hareket etmelerinin sebeplerinden biri de budur. “Ayaklar” baş olmaya kalkışmıştı çünkü. PKK’nin ilk eylemleri aşiretlere yöneliktir ama dinî liderlere sistematik bir yönelimi hiçbir zaman olmadı. Çünkü PKK, Marksist bir hareket olmasına rağmen Kürt toplumunun mütedeyyin yapısını iyi kavramış olarak yola çıktı ve din karşıtı söylemi çok fazla dillendirmedi. PKK’yle birlikte Kürt kimliğinde henüz sonlanmamış bir dönüşüm başladı. Demin de söylediğim gibi, inkâr bittiğinde bu dönüşüm hızlanacak. Fakat o dönüşüm sürecinde din faktörünün nasıl bir etken olacağı, bence Kürt hareketinin yaklaşımına göre belirecek. Ben, PKK’nin yapısı dolayısıyla dini, Kürt kimliğinin yeniden inşası sürecinde belirleyici bir faktör olarak değerlendirmeyeceğini düşünüyorum. Ama bu, dini dışlayacağı veya devlet lehine konumlanmamış olan cemaatlerle didişeceği anlamına gelmiyor.


Ya "öteki"yle ilişkiler? Kürtlerin "öteki" tanımları kimler?

Bu, “öteki”den neyi veya kimleri kastettiğimize bağlı olarak değişiyor. Kürtlerin kendi içlerinde de ötekileri var. Örneğin belli bir kesim Kürtlere göre “öteki” PKK’lilerken, belli bir kesime göre de devlet yanlıları. Hakkâri, Şırnak, Cizre, kısmen Ağrı, Van, Mardin, Urfa ve Diyarbakır’ın bazı ilçelerinde “ötekiler” Araplar ve Türklerdir. Ama bu “ötekilerle” doğrudan bir didişme veya çatışma hali yok. Kürtler halihazırda kendi öteliklikleriyle meşgul oldukları için, nüfus olarak egemen oldukları bölgelerde bile nüfuz sahibi olamadıkları için “ötekiyle” çok uğraşmıyorlar. Zaten “öteki” dediğin, egemenliğin olduğu yerlerde vardır. Kürtler herhangi bir biçimde egemen durumda değiller. Devlet hâlâ hayatın her alanında egemen ve Kürtler, kendi topraklarında bile öteki.

Bence eğer Kürtler açısından bir “öteki” varsa, o da bizzat devletin kendisidir. Türkler, Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler filan değil. Ama Kürtler kendi topraklarında egemen olduklarında, eğer radikal demokrat bir yönetim anlayışına ulaşmazlarsa, o zaman “ötekileri” keşfedecekler. Rojava mesela bu konuda son derece önemli veriler sunuyor bize. Keza Güney Kürdistan da öyle. Her iki parçada da Kürt yönetimlerinin diğer etnik ve dini yapıların varlığına saygıda kusur etmediklerini görüyoruz mesela. Ötekileştirilmekle bezenmiş bir kimliğin taşıyıcılarının kendi ötekilerini yaratma konusunda çok heveskâr olmadıklarını düşünüyorum. Kürtler Güney’de veya Rojava’da her türlü etnik ve dini yapıya, Türkiye, İran, Irak veya Suriye’den daha fazla barışçıl yaklaşıyorlar. Tarihsel yapısına baktığımızda PKK’nin -her ne kadar kendisi dışındaki örgütleri devre dışı bırakmışsa da- bu yaklaşımını halklara ve inançlara uygulamadığını görüyoruz. Bence bunun sebebi hem PKK’nin ideolojik yapısından hem de Kürtlerin zaten ötekileştirilmiş olmalarından kaynaklanıyor. 


Türkiyelilik kavramı ve Kürdistan'ın dört parçasıyla bağların ağırlıkları nasıl?

“Türkiyelilik” mecburî bir durum. Kürtlerin Kürdistan dışına çıkmalarının en büyük sebebi devletin asimilasyonist politikaları ve Kürdistan’ın mecbur bırakıldığı yoksulluktur. Özellikle 1980’lerden itibaren Kürt köylülerinin Türkiye’nin batısına göçü bir devlet politikasının neticesinde sağlandı. Kürtler, cumhuriyetin başından itibaren Türkiyeli olmaya zorlandı veya razı edildi. Fakat tüm bu politikalar neticesinde Kürtler artık Türkiyeli. Irak, İran ve Suriye’de durum böyle değil. Oralar asimilasyondan ziyade doğrudan ezme politikası güttükleri için Kürtleri kendi topraklarına hapsederek yenmeye çalıştılar. Türkiye’nin bu açıdan politikası biraz daha farklıydı. O yüzden Suriye devleti sınırları içinde kalan Kürtler için “Suriyelilik”, diğerleri için “Iraklılık”, “İranlılık” gibi kavramlara başvurmuyoruz.

Türkiyelilik kavramı aslında Kürtlerin bağımsız devlet talebine karşı oluşturulmuş bir söylemin ifadesi. Ama hâlihazırda Kürt hareketi bağımsız Kürdistan fikrinin dışında, başka bir kurtuluş yolunda ilerlediği için de Türkiyelileşmek durumunda olduğunu biliyor. Bu da Kürt kimliğinde “Türkiyelileşmenin” de belirleyici bir faktör olmasına sebep oluyor. Kürtler zaten sosyolojik olarak Türkiyelileşmiş durumda. Eğer batıdaki Kürtler kalkıp Kürdistan’a dönmeyecekse de Kürt kimliğinin bu kabul üzerinden şekillenmesi kaçınılmazdır. Zaten Kürtler kendi renklerini koruyarak Türkiyelileşmek isterken, kendi kimliklerinin çerçevesini de çizmiş oluyorlar. Fakat Kürtler Türkiyelileşmekle yetinmeyip Kürdistanlılaşmak da istiyorlar. Irak, İran, Suriye devlet sınırları içindeki Kürdistan bölgeleriyle de sosyal, kültürel, ekonomik münasebetlerini geliştirmek istiyorlar. İşte bunu yapabilmeleri için de ulus-devlet formunun yeniden formatlanması gerekiyor. Abdullah Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” derken kastettiği de bu. Lafı uzatmayayım; aslında halihazırdaki süreç, Kürt kimliğinin tüm bu siyasal, sosyal dönüşüm sürecinde yeni bir form kazanmasını sağlıyor, sağlayacak.


Bazı yazarlar tarafından "post-Kemalizm" olarak tanımlanan bu dönem Kürt kimliğinin tanımlanışını nasıl etkiledi ?

Bence biz henüz post-Kemalist bir döneme geçmiş değiliz. Tayyip Erdoğan “inkâra son verdik” diyor ama bunun somut tek adımı, doğru-dürüst bir yasal dayanağı dahi oluşturulmamış olan TRT 6 ve birkaç üniversitede Kürt dili kürsüsünden ibaret. İnkâr, Anayasa’nın Kürtlerin hakları lehine değiştirilmesiyle, ulus-devlet sınırlarının aşınmasıyla, otuz yıllık savaşın doğru-dürüst muhasebesinin yapılıp hesabının verilmesiyle “Kurt Memet” yapılmış olan “başpehlivana” “Kürt Memet” isminin iadesiyle ve daha bir sürü reformla son bulur. Biz henüz oraya yaklaşmış değiliz. Devlet, yüz yıldır durduğu yerde, aynı zihniyetle, aynı politikayla durmaya devam ediyor. Belli hükümetler belli adımlar atmak zorunda kalmıştır ama devletin Kürt politikasındaki devamlılık hâlâ esastır. Öyle olmasa yeni bir Anayasa’nın yapılması, Kürt hareketinin talep ettiği bazı yasaların çıkması ve daha bir sürü düzenleme bu kadar zora sokulmazdı. Hatta şunu söyleyeyim, Diyarbakır’da devletin memuru olan vali, halk oyuyla seçilmiş olan belediye reisinden daha fazla yetkiye sahip olduğu sürece post-Kemalist bir süreçten söz edemeyiz.


1915'in ve bir zamanlar Ermenilerin yoğun olarak bulundukları yerlerde yaşamaya devam etmenin nasıl bir etkisi oldu kimlik oluşum sürecinde?

Ermeni Soykırımı’na dâhil olan Kürtler, kısa süre içinde aynı akıbete uğrayabileceklerini gördüler. Şeyh Said isyanının bastırılmasından sonra, aşağıya, Suriye’ye kaçan bazı Kürt elitleri, oradaki Ermenilerle de ittifak kurup Xoybûn isimli bir örgüt kurarak Ağrı İsyanı’nı örgütlediler.  Kürtlerin Ermenilerle düşmanlığı kısa, dostluğu uzun sürdü. O yüzden de Kürtler içinde sistematik bir Ermeni karşıtlığını göremezsiniz. Öte yandan tıpkı Türklerde olduğu gibi Kürtler de soykırımı, olduktan hemen sonra unutmaya meyletmiş olsalar da, bu konuda Türklerden çok daha açık olduklarını biliyoruz. Bunun sebepleri araştırılmayı hak ediyor. Fakat sanırım soykırımdan kısa süre sonra devlet zulmünün Kürtlere de yönelmeye başlamasının da bunda bir etkisi var. Oysa Kürtlerin Ermeni soykırımına dahil edilme sürecine bakıldığında iki önemli etken öne çıkıyor: Korku ve saadet. Kürtler, İstanbul hükümeti tarafından, Ermenilerin devlet kurup kendilerini zapturapt altına alacaklarına inandırıldılar. Ayrıca Ermenilerin sürülmesine dahil olmaları halinde geride kalan “ganimetin” onlarla paylaşılacağı muştulandı. Ama soykırımdan hemen sonra, dediğim gibi bu sefer Kürtler devlet zulmüyle karşılaştılar. Bence bu, Kürtlerin Ermeni Soykırımı’nı gizlememelerinin sebeplerinden biri olabilir. 


Türkiye'nin geneline kıyasla Kürtlerin 1915'le yüzleşmede daha ileri bir noktada olduğunu görüyoruz. Geçmişiyle yüzleşebilmek kimlikte de tahribatları önlüyor mu?

Kürtler de henüz geçmişleriyle yüzleşebilmiş değiller ama buna Türklerden daha fazla hazırlar. Çünkü Kürtlerin, algılarını yönetecek bir devletleri yok. Bu açıdan Kürtler, her ne kadar daha fazla tutsak görünseler de, iradeleri konusunda daha özgürler ve geçmişin acı hatıralarının yarattığı algıyı lehte kullanmaya meyilliler. Meselenin üstünü örtmek yerine onu sözlü kültür üzerinden aktarmış olmaları, bugün Kürtleri soykırımın kabulüne daha fazla hazır hale getirdi. Türklerin bir kısmı dedelerinin yaptıklarını yeni yeni öğrenirken, Kürtler zaten olup biteni dedelerinden, ninelerinden duymuşlardı.

Ayrıca Kürtler, kötü kaderlerinde kendi içlerindeki ayrışmanın, ihanetin, bölünmenin payının olduğunu ve bununla yüzleştikleri anda daha da güçleneceklerini biliyorlar. Yani sadece Ermeni Soykırımı konusunda değil, kendileriyle ilgili de daimi bir yüzleşme, hesaplaşma içindeler. 1990’lı yıllarda Kürdistan’da polis, asker PKK’lileri “Ermeni dölü” olarak lanse edip halka propaganda yapıyordu. Sırf bu bile Kürtleri Ermenilerle duygudaş yapmaya yetiyordu.

Diğer yandan Yozgatlı, Tokatlı, Karamanlı bir Türk, “Ermeni Soykırımı olmuştur” dediğinde en başta devlet, daha sonra komşusu tarafından hain ilan edileceğini biliyor ve bundan dolayı sesini çıkaramıyor. Ama Kürtler hain damgasının yarattığı korku eşiğini çoktan aştılar. Kürtler kendi haklarını savunurken zaten yeteri kadar hainlikle suçlandılar. Bu devlet Türkleri hainlik söylemiyle sindirebiliyor ama Kürtler artık o noktanın çok ötesindeler. Bu açıdan Türkler ve devlet, kimliklerinin tahribatını önlemek için geçmişle yüzleşmekten çekinirken, Kürtler kendi kimliklerini yeniden inşa etmek için geçmişle yüzleşmeye mecburlar.