Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Ermeni diasporasından bakış Ermeni soykırımının tanınması : bir psikanalistin konuya bakışı Hélène Piralian |
Hélène Piralian
|
Aradan geçen ve bizi ondan uzaklaştırmış gibi görünen onca zamana rağmen Ermeni soykırımının tanınmasının elzemliğini anlamak için bu soykırımın kendi özgü özelliklerini ve bundan kaynaklanan psişik etkilerini dikkate almak gerekir. Bu durum Ermeniler için olduğu kadar kaderlerlerinin bağlı olduğu Türklerin torunları için de aynı şekilde geçerlidir.
Soykırım projesinin ana özelliği bir grubun üyelerinin öldürülmesinden daha çok tüm üyelerini yok ederek o grubun kendisini -sadece şimdiki zamanda değil, geçmişte ve gelecekte de- yok etmek ise bu durum projenin sadece o kişilerin değil aynı zamanda soylarının da öldürülmesi amacını taşıdığını gösterir. Soykırımın inkarının günümüzde hala aktif olarak sürdürdüğü budur ve bu yüzden zaman aşımına uğramayan bir suçtur.
Oysa kaybolan bir kişinin kaderi trajiktir, çünkü yakınları için ne ölüdür ne de hayattadır, yasının tutlması bu yüzden askıya alınmıştır, ama daha da kötüsü soykırımda bu kaybedişin planlı ve organize bir şekilde olması ve inkarın da ötesinde kaybın, yani kaybedilen kişinin varlığının silinmesidir. O vakit kaybedilen kişi artık sadece bir kayıp değildir, bu "hiç var olmamış" kişinin soyundan gelenler onun yasını tutmaktan ve geçmiş bilgisinden mahrum olurlar, çünkü kaybın "var olmuş olduğu" dahi inkar edilmektedir.
Soykıtımdan kurtulanların yaşadıklarına tanıklık etme ısrarı hatta takıntısı ve yaşananlara tanıklık eden son kişinin öleceğinden duyulan korku da bu yüzdendir, çünkü son tanığın ölmesi tüm grubun kaybolması, boşluğa düşmesi riskini taşır. Sanki bu silme isteğine tanıklık edebilecek birinin varlığı bu iradeyi mağlup edecekmiş gibi gelir.
Bu kayıpların ebediyen kaybolmasının önüne geçmek için hayatta kalanların elinde kalan tek çare herşeyin insanlık aleminden dışlamaya uğraştığı bu kişilere kendi bedenlerini mezar olarak sunmaktır. Kurtulanların torunları ise kendi hayatlarını yaşamanın çifte imkansızlığının esiridirler, çünkü hem kaybedilenlere hem de kendilerinden önce yaşamış ve bu imkansız yasın ilk taşıyıcıları olmuş hayatta kalanlara karşı sadık olmak zorunda hissederler kendilerini. Böylece onu durduracak hiç bir şey olmaz ise kuşaktan kuşağa devam edecek bir soykırımsal yıkım süreci hayata geçer. Burada bir aktarımdan daha çok imkansız bir aktarımın ya da bir aktarım başarısızlığının sonraki kuşağa iletilmesi söz konusudur.
Bu yüzden aktarım sorusunu şöyle ifade edeceğim : bir soykırımdan sonra hayatta kalanlara ve onların mirasçılarına sadece nefes almanın ve kaybedilen kişilerin yok olmasının önüne geçmek için onları sürekli şimdiki zamansallaştırmanın, onların acılarını temsil ederek onlarla yekvücut olmanın ötesinde bir hayatı mümkün kılabilecek bir aktarım nasıl kurulabilir ?
Çünkü felaketi şimdiki zamanda tutmak, onu canlandırmak gerçekten yaşandığını kendine kanıtlamanın bir yoludur, ama bunun karşılığında mirasçı için her türlü kendine ait bir hayat, soykırımsal cinayet mahalinden ve ona eşlik eden acıdan çıkış imkansız, hatta yasaktır. Çünkü kaybı artık görünür kılmamak ya da kılamamak mirasçıyı da kaybedişin suç ortağı haline getirecektir.
Bu yüzden şu soru ortaya çıkar : sadece hayatta kalma çabasından ibaret olan ve hayatın sadece bir başkasının öldürülmesini görünür kılmak için sürdürüldüğü bu noktadan nasıl çıkılır ?
Bu soru şu şekilde de sorulabilir : soykırımdan kurtulanlar ve onların mirasçıları "soykırıma uğramış" kayıpları boşluktan nasıl çıkarabilir ? Onların daha önce yaşamış olanların arasında yerlerini almalarını, sonra da artık ölmüş ataları olarak kabul ederek, yani onları boşluğa terk etmeden yeniden bir kuşaksal aktarımın içine dahil etmeleri nasıl mümkün olabilir ?
Öncelikle hayatta kalanların ve mirasçıların soykırımsal durumdan çıkmaları ne bir ihanet ne de bir terkediştir. Bu yüzden soykırımın varlığının, "yaşanmış olduğunun" Türkiye'nin tarihinde tanınması ve kaydedilmesi elzemdir. Üçüncü ülkeler tarafından tanınma isteği de burada anlamını bulur. Soykırımın inkarının cezalandırılması da aynı şekilde önemlidir, çünkü inkar kurbanların torunlarını soykırımsal cinayetin etkilemeye devam etmesidir, gerçek ya da sembolik bir mezardan onları mahrum kılar. Bu yokluk hayatta kalanlar ve onların mirasçıları için kayıplarla birlikte soykırımı da şimdiki zamanda temsil etme gerekliliğini getirir.
Yas aşaması olarak önemli gelen başka bir nokta da kayıpların yeniden canlandırılması, yeniden bireyleştirilmesidir, bu şekilde anonim bir kitlenin içinde erimeyecek ama yeniden tekil özneler olabileceklerdir. Her bir kişiye kaybedilmesinden önce kimliğini oluşturan özellikleri ve bireyselliğini teslim ettikten sonra bu gerçekleşebilir.
Böylece bir kez daha şunu belirtebiliriz : kayıplar başka tanınmayan kayıplarla bir bütün oluşturduğu sürece hayatta kalanlar ancak soyut ve kişiliksiz bir kayıpla ve aynı zamanda iyileşmeyen ve geçmeyen bir acıyla yoğrulmuş bir bedenle özdeşleşebilir.
O zaman hayatta kalanın özneleşmesi askıda kalır, ölümsüz ve zamansız hale gelmiş bu bedenin acısının ve ölümün çizgilerinin içinde hapsolur. Bu şekılde kendini devasa ve asla ödenemeyecek bir borcun altında bulur, her koşulda sürdürülmesi gereken bir insanlığı ve aşırı etik bir konumu üstlenir.
Hayatta kalanın özneleşmesi ancak kaybedilenlerin de özneliğinin tamir edilmesiyle mümkün olabilir, bu şekilde ondan farklılaşabilir ve ayrılabilir. Hayatta kalan o zaman kaybedilen kişinin bulunan özelliklerine dayanarak ve bu "bulunanlar"la bağlantılı bir şekilde kendi anlamlarını kurabilir. Oysa o zamana kadar "ikameti yasaklı" kişiler gibidirler, çünkü hem kaybedilen kişilerin ebediyen kaybolması, hem de kendilerinin boşluğa düşmesi riskini taşıyorlardı.
Hayatta kalma mücadelesinden çıkmak bu durumda kayıpları önce yaşamış, sonra da ölmüş kişiler olarak kaydetmekten geçiyor, bu şekilde onların çocukları da imkansız bir yasın taşıyıcısı olarak hayatta kalanlar değil, sadece başka insanların mirasçısı olabilirler. Soykırımın bu şekilde zamanın ötesi bir şekilde kendini tekrar edişi durdurulabilir, şimdiden çıkıp geçmiş zamana ait olabilir.
Yeniden bulma ve kayıp bu durumda aynı anda gerçekleşebilir. Kayıplar ancak kaybedilen kişiler olarak yeniden bulunur ve bulunanlar da kaybedilmek zorundadır çünkü başkaları gibi sonunda sadece atalar olmuşlardır.
Bu betimlediğim süreç Ermenilerin tümü -Ermenistanlı, diasporadaki, Türkiyeli ya da kimliklerini gizleyen Ermeniler- için mevcuttur, ama aynı zamanda gitgide daha fazla biliçlenen ve bunu kamuoyunda ifade eden Türkler için de geçerlidir.
Fethiye Çetin "Anneannem" kitabında bunu şu şekilde ifade eder : "Keşfettiğim şey bildiğim şeye hiç uymuyordu. O zamana kadar bildiklerim alt üst olmuştu, değerlerim sarsılmış, beynim acıdan ve karmaşadan ağrıyor, kaf amın patlamasından ve içindekilerin etrafımdaki herşeye sıçramasından korkuyordum". Bu kitapta Çetin anneannesinin Ermeni olduğunu öğrenmesini ve kendisine soykırımda gördükleri ve yaşadıklarını anlatmasını aktarıyor. Çetin böylece bir kripto Ermeni'nin torunu olduğunu açıklıyor.
Bunun karşısında, soykırımın silinmesi sürecinde başka şekillerde de olsa hapsolmuş tüm bu kişiler için soykırımın tanınması kaybedilenlerin yeniden bulunması ve sonra yasının tutulmasını mümkün kılarak temel bir telafi eylemi olacaktır. Bu şimdinin ötesinde, geleceğin, Ermenilerin ve Türklerin kuşaklarının geleceğinin, yeniden ortak ve canlı bir hikayede yer almasını mümkün kılacaktır.
Bu yüzden bu soykırımın her kesimden mirasçılarının yalanlara son vermek, bazen karmaşık kökenlerine kavuşmak ve bununla birlikte kimliğini farklılık ve paylaşma üzerine kurmak için ötekiyle yakından ilgilenmesi aciliyet taşımaktadır.