Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış Yetvart Danzikyan |
Yetvart DanzikyanGazeteci ve insan hakları aktivisti |
Yüzleşmeye niyetlenen bir siyasi otoritenin öncelikle kendi elleriyle inşa ettiği bir beton duvarı yıkması gerekecektir. Yüzleşme ve özür ancak bundan sonra gelebilir.
Bir insan için olduğu kadar, bir ülke için de öncesiyle, sonrasıyla, “o an”ıyla kritik bir merhaledir özür dilemek. Ülkeye geleceğiz. Ama önce insan ile başlayalım. Biliyorum, biraz klasik olacak ama, en başta şunu gerektirir: bir özür dileme alışkanlığını, anlayışını, her şeyden önce gereksinmesini. Bir hata yapıldığını kabul etmeyi ve bu hatanın telafisinin mümkün olmadığını ancak bunu için hiç olmazsa, ya da gerekşart olarak, bir özür dilenmesi gerektiğini. Yani önce “hata”yı kendimizin yaptığını anlamamızla başlar. Bu da bir süreçtir, zaman zaman zor olabilir Hepimiz –muhtemelen- hayatımızın bir aşamasında –ciddi bir vakayla ilgili olarak elbette- bir ya da birkaç kere özür dilemişizdir. Öncesindeki o süreç kolay değildir. Buna “yüzleşme” diyoruz işte. O ana kadar aslında kendimizin haklı olduğunu düşünürüz belki de. Fakat bir bakarız ki dışımızdaki hayat öyle devam etmiyor. Arkadaşlarımız, etrafımız bizi haklı görmüyor. Mağdur durumda olan bir kişi var. Özetle bir aşamada ters giden bir şey olduğunun farkına varırız. Ve başlarız işte o yüzleşme sürecine. Öncesinde içimizdeki bir huzursuzluk olur. Birilerine haksızlık yapmış olmanın, bunu bilmenin verdiği huzursuzluk. Öyle başlarız kendimizle yüzleşmeye. Sonra yüzleştikçe gitgide nerede hata yaptığımızın farkına varırız. Etrafımızdan görüş alırız, detayları netleştirmeye çalışırız.
Bir aşamada yüzleşme biter. Nerede hata yaptığımızı anlamışızdır. Ama hala süreç bitmemiştir. Sadece kendimizle, çevremizle yüzleştik, ne yaptığımız anladık. İş geldi bunu karşı tarafa söylemeye. Burası da bir süreçtir. Çünkü kimi kültürlerde ya da daha doğrusu şöyle diyelim, kimi “dünya”larda hatayı kabul etmek, zayıflık olarak görülür. Bir kez “hatalıydım” dersen, bir kez “özür” dilersen kendini zayıf bir duruma düşürmüş olabilirsin. Böyle anlaşılır, böyle bilinir. Dolayısıyla yüzleşme sonrasında o özrü dilemek de öncesiyle, o anıyla ve elbette ki sonrasıyla önemlidir.
En önemlisi de burasıdır zaten. “Özür” dilemenin zor olduğunu bilmek, öyle bir dünyadan gelmek kimi zaman insanı özür yerine geçecek başka kelimeler bulmaya zorlar. Hatalı olduğunu farketmiştir, anlamıştır ama o özrü dilemeyi hala istemeyebilir insan. Çünkü özür dilemek, evet yukarıda söylemiştik, belki de bir zayıflık göstergesidir, hatayı kabul etmek belki de gardı düşürmek demektir. Hayatı bir savaş, bir mücadele, hep üstte, önde olunması gereken bir çarpışma alanı gibi görüyorsanız eğer, bu bir meseledir.
Özür bizi o ana kadarki duruşumuzdan aşağı indirir
Başka bir formül bulmalı. Ama ne? Arayış başlar. “Oldu bir kere” denebilir mesela, gerisi jestlerle getirilmeye çalışılır. Bir boyun eğiş, bir “üzgünüm” anlamına gelen kaş hareketi, dudakları talihsizce büzme vs. Böyle sıyrılmaya çalışabilir bazen insan bu işten. Kimi zaman işe yarar bu. Ama aslına bakarsınız nadiren. Beklenen, ‘özür’dür, hatanın kabul edilmesidir. O yüzden “özür” kelimesi, kelime olarak önemlidir. O yüzden annelerimiz bize özür dile der, “özür”ün üzerine basarak. Mesele bu kelimeyi telaffuz etmektir. Ya da hiç olmazsa “hatalıydım” diyebilmektir, “oldu bir kere” yerine..
Neden? Neden “özür” kelimesini kullanmak önemlidir ve neden karşı taraf bizden başka bir formül ya da kelime değil de mutlaka bunu bekler? Elbette ki hepimizin bu konuda kafasında bir fikir var, bildiğimiz şeyleri yeniden anlatmak değil amacım. Sadece bu konunun üzerinden biraz geçersek “devletler/toplumlar” meselesine de daha kolay gelebiliriz diye düşünüyorum. Evet neden ille de “özür”?
Şundan elbette: özürün kelime anlamı olarak ne manaya geldiğini evet hepimiz biliyoruz ama ilave olarak bir de şu manaya gelir: kendimizi o ana kadarki duruşumuzdan, pozisyonumuzdan aşağı indirir.
İster muhatabımızla eşit konumda olalım, ister iş, yaş ya da ailevi ilişkiler açısından ondan üstün/kıdemli/güçlü bir konumda olalım. Hangi konumda olursak olalım, özür dilemediğimiz sürece yaptığımız şey, kendimizi muhatabamızdan üstün ve güçlü konumda görmek ya da görmeye devam etmek olacaktır. Ancak özür dileyerek, dolayısıyla yaptığımız hata ile yüzleştiğimizi anladığımızı söyleyerek o konumdan aşağı ineriz. Şurası önemli: ilk aşamada onunla eşit dereceye değil. Ondan daha aşağı bir dereceye, daha aşağı bir konuma. Bir anlamda diz çökeriz önünde. Ve yine tam da bu yüzden bazen fiziki olarak da diz çökeriz muhatabımızın önünde. “Ancak böyle affetirebilirim kendimi” demekteyiz aslında, diz çöksek de, çökmesek de. Ancak o an, karşısında eğilerek, diz çökerek bunu telafi edebileceğimizi düşünürüz. Önce diz çökeriz ki, sonrasında –karşı taraf da uygun görüyorsa elbette - eşitlenebilelim. Bazı kabahatler ancak böyle telafi edilebilir çünkü. Willy Brandt’ın Polonya’da yaptığı, bir anlamda buydu işte.
Fakat bir yandan da bu özür dileme meselesini bir paranın iki yüzü gibi de düşünebiliriz. Zira bir de özür diletmek, özür dilemeye zorlamak vardır. Bu da insani ilişkilerin, hiyerarşinin işin içine girdiği, insanların kendilerini muhataplarına göre hangi komumda gördükleri ya da görmek istedikleri ile ilgili bir durumdur. Burada “özür dileme”nin edilgenliğinden, yüzleşmesinden, hesaplaşmasından, o süreçten çıkarız biraz. Hele ki özür bekleyen taraf kendini üstte bir yerde görüyorsa, o üstte görmenin altını bir kez daha çizmek istiyorsa, bu bir dayatmaya da dönebilir. Böyle durumlarda hele ki gerçekten özür bekleyen toplumsal konum olarak gerçekten de üstte bir yerde ise, bir işverense, bir siyasetçi ise, güçlü bir konumda ise, o özür, özür olmaktan çıkar. Burada özür dileyen o başta bahsettiğimiz yüzleşmeyi yapmaz çünkü. Zira özür artık ona dayatılan bir davranış biçimi olmuştur. Dilemezse başına türlü dertler açılabilir, günlük hayatını, işini yürütmekte zorlanabilir. Bunlarla başedemeyecek konumdaysa, o özrü diler. Burada da belki bir diz çökme vardır belki ama bu daha çok diz çöktürmedir. Sadece yukarıda olanın kendi konumunun altını tekrar çizmesine yarar, hiyerarşiyi yeniden üretir. Başka da bir işe yaramaz. Devlet arası ilişkilerde bunu da zaman zaman görürüz. Ama bahsettiğimiz özür bu değildir. Bu, özür meselesindeki kötü örneğimizdir.
Son olarak özür bekleyene bakalım. Mağdurdur. Hem de tartışılmaz biçimde mağdurdur. Büyük kayba uğramıştır. Hem maddi, hem de manevi olabilir bu kayıp. Bunun telafisini bekler elbette. Ama elbette ki bir “özür”le birlikte. Sadece maddi tazmin onu tatmin etmez. Neden? Çünkü, başta da söylediğimiz gibi, failin yapılanla, ya da yaptığıyla yüzleşmesini bekler, ister. Fail eğer bu yüzleşmeyi yapmazsa tazmin (burada bir tazminat varsayıyoruz, ama kimi zaman bu olmayabilir gündemde) eksik kalacaktır. Tazmin kadar, failin yaptığı ile yüzleşmesi, o süreci yaşaması da önemlidir, hatta kimi zaman daha önemlidir. Tazminat gerekiyorsa kalsın özür yeter denmesinin sebebi budur. Ve elbette sadece yüzleşme değil. Yukarıda da bahsetmiştim. “Özür” kelimesinin kullanılmasıdır önemli olan. (Burada ise AKP Hükümeti’nin Uludere’de de bombalanarak öldürülen 34 vatandaşın yakınlarından ısrarla özür “dilememesi”ni, “özür yerine geçen çok şeyler yaptık” demesini hatırlayabiliriz mesela. Bu ısrarla, inatla özür dilememe “özür” kelimesini kullanmama tavrı, yukarıda bahsettiğim çerçevede devlet-toplum, merkezi otorite-Kürtler bahsinde bize çok şey anlatır.)
İnkar suçun devamıdır
Kimi durumlarda da –evet, artık insanlar arası durumlardan çıkıp toplumlar arası durumlara geçebiliriz- fail kendini yukarıda, üstte bir yerde gördüğü için yapmıştır, yapacağını. Kendini üstün bir yere koyarken muhatabını zaten eşiti saymamış, hatta onu daha da aşağıda bir yere itmek için yapmıştır. Derdi onu güçten düşürmek, zayıflatmak, belki de yok etmektir. Yaptığının arkasında bu vardır. Biraz da bu yüzden tazminat yeterli değildir. “Parasını verdim kurtuldum işte” gibi bir yüzleşmeden bahsetmiyoruz zira. Ve bu niyetle davrandığı içindir ki, özür dilemediği sürece, yaptığını inkar ettiği sürece, o suçu işlemeye devam etmektedir aslında. Dolayısıyla şunu pekala söyleyebiliriz herhalde: kimi durumlarda inkar, bir anlamda suçun devamıdır.
Burada artık tamamen devletler, toplumlar sahasına girebiliriz herhalde. Hatta girdik bile. Ne demiştik, inkar suçun aslında başka bir düzeyde devamıdır. Türkiye’ye geleceğiz elbette. Türkiye’ye ve resmi görüşün “dil”ine. Türkiye’de resmi görüşün ve kurucu otoritenin en rahatça, en pervasızca yaptığı budur. İnkarı her şeyden önce ve elbette ki ‘dil’de kurar. Ve bu alandaki performansı gerçekten olumsuz anlamda “etkileyici”dir. İki alanda kurmuştur bu dili. Kürtler ve Ermeniler konusunda. Anlamlıdır. Çünkü aslına bakılırsa Cumhuriyet bu iki (Rumları da sayarsak üç) halka “karşı” kurulmuştur. Bu yazının konusu olmadığı için bu kuruluşun hikayesine girmeyeceğiz ancak tarafsız bir okuma bile bize şunu gösterecektir ki Cumhuriyet İttihat ve Terakki’nin “Türk ve Müslüman devlet” karakterini benimsemiş, kuruluş sonrasındaki ilk Kürt itirazında da (Şeyh Sait isyanı) bu “Müslüman” içindeki Kürt ve dindar tarafları da yontmuştur.
Bu hat üzerinde kurulan Cumhuriyet zamanla iki büyük inkara gitmiştir. Ermeni soykırımını/katliamını inkar ve Kürtler’in varlığını inkar. Bir Kürt siyasetçinin geçtiğimiz yıllarda dile getirdiği “Ermeniler yıllardır öldürüldüklerini ispatlamaya çalışıyor, Kürtler ise yaşadıklarını” esprisi/saptaması bu durumu kısa ve net biçimde özetlemekte aslında. Kurucu otoritenin bulduğu formül şuydu: Kürt diye bir millet yoktu, Ermeni katliamı, soykırımı ise “sözde” idi. Bu “sözde” kelimesinin seçimi Türkiye Cumhuriyeti’nin onu oluşturan topluma bakışını çok iyi özetler. Ve bu “sözde” formülü zamanla sadece Ermeni soykırımı için değil resmi görüşün karşısına aldığı neredeyse tüm kurum ve kavramlar için kullanılmaya başlanmıştır. Mesela haber bültenlerinde geçen “Terör örgütünün sözde Tunceli sorumlusu” gibi. Söz konusu örgüt devletin yıllar sonra müzakereye oturacağı PKK’dan başkası değildi elbette.
Ancak bu diğer kullanım alanları, konumuzun dışında. Biz burada Ermeni katliamı, soykırımı için “sözde” kelimesinin kullanımı üzerinde duracağız biraz. Bu, özür ile, yüzleşme ile de bağlantılı çünkü.
Hayatımız boyunca gömüldüğümüz, tüm toplumu gömdükleri o resmi görüş bombardımanından biraz kafamızı kaldırıp şöyle bir nefes alıp etrafımıza baktığımızda göreceğimiz şudur. Bir otorite, ve onunla birlikte hareket eden “çoğunluğa” dair bazı unsurlar, Anadolu’nun yerleşik bir halkını etnik bir temizliğe tabi tutmuşlardır. Göç ettirmişler, katletmişler, mallarına da büyük oranda el koymuşlardır. Bu hamle sonrasında o halkın nüfusu, yaşadığı topraklarda sembolik bir orana inmiştir. Bütün bu olup bitenlerden sonra mağdur ile fail arasında –doğal olarak- bir gerilim doğmuş, mağdur, daha doğrusu o vahşetin kurbanı bir “yaklaşım” beklemiştir.
Burada biraz daha somut siyasal hayata gelebiliriz artık. Evet bilindiği gibi 2015 yaklaşıyor. Not düşmek bile gereksiz, 1915’in 100. Yılı. Ve mağdurlar, kurbanların yakınları kadar “resmi görüş”ü devralan AKP’nin de bir hazırlık içinde olması kuvvetle muhtemel. Hatta bunun ipuçları da var. Ve pragmatist bir parti olarak klasik resmi görüşün dışına “çok” çıkmadan, ama bir çıkış formülü de arayan, dolayısıyla 2015’te çok fazla spot altında kalmak istemeyen bir hat üzerinden gidildiği izlenimini doğuracak adımlar var. Bunlardan birini Kültür Bakanı Ömer Çelik, geçtiğimiz aylarda Agos’a açıkladı. (1) Önce meseleyi nasıl tarif ettiğine bakalım:
“Çok samimi bir şekilde ve soykırımın bütün anlamlarını göz önünde tutarak söylüyorum, bence burada yaşananlara soykırım denmesi mümkün değil. Burada, büyük bir savrulma zamanında, büyük bir otorite boşluğunda karşılıklı katliamlar yaşanmış. Bu durumda, ya yas tutmanın büyük bir erdem ve geleceği inşa etmek açısından halkları olgunlaştıran bir eylem olduğu gerçeğine yaslanan yeni bir gelecek kuracağız. Ya da, soykırım lobisinin ve buna karşılık veren birtakım radikal siyasetlerin arasında ortak tarihi, ortak yası, ortak kültürü sürekli olarak hırpalayan ve bu radikal siyasetlerin oyuncağı haline getiren bir sıkışmışlık içerisinde bunu sürdüreceğiz.”
Bakan Çelik’e göre bu bir soykırım değil. Bir otorite boşluğunda karşılıklı katliamlar yaşanmış. Burada klasik resmi görüşün dışında yeni bir söz görünmüyor. Fakat bir formül arayışı da var. Onu da biraz sonra görüyoruz:
“Yüzleşme ve helalleşme, bence özürden daha büyük bir meseledir. Cumhuriyet döneminde insanlar inançları, anadilleri ve etnik kökenleri itibarıyla Anadolu’nun içinde bile diaspora haline getirildiler. Helalleşme ve yüzleşmeden bahsederken, bütün bunlardan da bahsediyoruz. Geleceğimizi bir geçmiş parantezinin içine sıkıştırmamak gerekiyor. Eğer bir hesaplaşma içine gireceksek, bu Türklerle Ermenilerin yapacağı bir hesaplaşma değil, içimizdeki İttihatçılarla, soykırım lobisinin karşılıklı yapacağı bir hesaplaşma.”
Resmi görüşün kibri devam ediyor
Bu mantık, bu formül, evet klasik resmi görüşe göre ileri bir adım. Ve elbette olumlu. En azından bir yüzleşme içeriyor. Ancak bu sözlerden çıkan sonuç şu: orada bırakıyor. Ve bulduğu formül, “hellalleşme”. İlk bakışta kulağa gayet iyi geliyor. Otorite, bir şeyler yapıldığını farketmiş, ne yapıldığını biliyor aslında ve “hadi gel, hellaleşelim” diyor. Fakat bir mesele doğuyor burada. Yazının başında “bireysel” bölümde biraz bahsetmiştim. “Özür” dememek için başka, daha kolay bir yola sapılabiliyor. O kelimeyi kulanmaktan kaçınılıyor. Denebilir ki belki, bu olan da bir özürdür ve Türkiye’nin bu pozisyona gelmesi de önemlidir, devletler bahsinde “mutlaka” özür beklemek gerçekçi olmayabilir.
Evet bu da bir görüştür ancak kabul etmek gerekir ki devletler ya da toplumlar arasında böyle meselelerde “helalleşme” diye bir formül de yoktur. En azından bu, nihai bir formül olamaz. İki nedenle: öncelikle mağdur, kurban açısından, “fiil” tanımlanmamış, fail yapılanı aslında kabul ederken bunun gereğini, mantıki sonucu “yapmamayı” tercih etmiş oluyor. Özetle aslında “özür” filan dilemiyor. Sadece bir şeyler olduğunu kabul ediyor ve bunu bir hercümerç içinde tesadüfen olup bitmiş, faili, öznesi olmayan bir vaka haline sokuyor. Bu, ister istemez otorite ile kurban arasındaki hiyeraşiyi koruyor, yeniden üretiyor. Failin mirasını devralan otoritenin, resmi görüşün kibri, devam ediyor. (Tam da burada üçüncü anımsatma uygun kaçabilir: AKP Hükümeti’nin Mavi Marmara saldırısı nedeniyle İsrail’den neden sadece ve “mutlaka” özür beklediğini ve neden “özür” kelimesi kullanılmadıkça ilişkilerin normalleşmeyeceğini ilan etmesini hatırlayalım. Bir de Ömer Çelik’in sözlerindeki “hellaleşme özürden daha büyük meseledir” cümlesi ile Başbakan Erdoğan’ın Uludere’den bahsederkenki “özürden daha büyük şeyler yaptık cümlesini karşılaştıralım.)
İkinci olarak: helalleşme, farklı farklı kullanım alanları içeriyor. Bunlardan biri (ve en yaygın kullanılan/anlaşılanı) iki tarafın da o güne kadar “her ne yaptıysa” bunların unutulmasını, “iki tarafın da” birbirini affetmesini ve konunun artık gündemde tutulmamasını içeriyor. Bu da hem doğal olarak mağdura “sen de bir şey yaptın, kabul et” demek oluyor. Hem de meseleye böyle baktığımızda da bu formülün bir özür/yüzleşme içermekten çok, konunun “kapatılması” anlamına geleceğini, mağdurda, kurban yakınlarında bu anlamı yaratabileceğini görebiliyoruz.
Çelik’in sözlerinde son olarak değineceğimiz nokta “İçimizdeki İttihatçılarla soykırım lobisi”ni aynı düzeyde, benzer aktörler olarak görmesi. Burada tabii resmi görüşün yıllar boyunca 1915’te olanları “soykırım” olarak tanımlayan çevreleri “Kötü Ermeniler” olarak sunmasını hatırlıyoruz. Mekanizma hala böyle işliyor. Olup bitenlere “soykırım” demeyen “İyi Ermeniler” ve soykırım diyen “Kötü Ermeniler”. Bunlar genellikle yurtdışında yaşayan “diaspora” üyeleridir. Şu tabii hiç düşünülmez: yurtiçinde yaşayanlar neden buna “soykırım” diyemediler? Diyebilirler miydi? Diyenlerin başına ne geldi? Ya da 1915 ve sonrasındaki mülk transferi konusunu gündeme getirmek mümkün müdür, mümkün müydü? Soykırımı geçtim, bir “normalleşmeyi”, karşılıklı bir tedaviyi savunan, hayatını buna adayan Hrant Dink’i hedef haline getiren iklim neydi? Hrant Dink neden kolaylıkla hedef haline getirildi, hangi ezberler üzerinden yüründü? Türkiye’de Ermeniler nasıl bir iklim içinde yaşadılar ve yaşamaktalar? Bu soruların cevabına hakkaniyetle kafa yorulmadığı sürece İyi Ermeni/ Kötü Ermeni denkleminin alıcısı çok olacaktır, bu ülkede. Ve tabii “fail” olan İttihatçılarla kurban yakınları olan diasporanın aynı düzlemde sunulması da normal karşılanacaktır.
Ömer Çelik’in sözleriyle ilgili bahsi kapatırken son olarak şunlar söylenebilir. 2015’te ya da öncesinde nasıl bir siyasi iklim olacağını öngörmek mümkün değil elbette. Dolayısıyla AKP’nin ya da Türkiye’nin illa bu sözlerde tarif edilen pozisyonu takınacağını öne sürmek mümkün değil. Daha yumuşak bir ton da görebiliriz, daha sert bir ton da. Ama bu sözler elimizdeki en somut ipuçları, analizi o yüzden bu sözler üzerinden yaptım.
Mağdur, kurban ne bekler?
Yine de, her şeyin net, pürüzsüz olduğu bir alandan bahsetmiyoruz. Sorular var. Tam da burada Marc Nichanian’a başvurabiliriz belki. Faleket, özür, affetme, yas üzerine kafaya yoran bu konularda verdiği konferanslar “Edebiyat ve Felaket” (2) başlığıyla kitaplaşan Nichanian, sözkonusu kitabının bir yerinde şöyle der, Derrida’yı da işin için katarak:
“Barışmanın neyi ortaya koyduğunu neyi gizlediğini hep birlikte sorgulayabilecek düzeyde olmamız için barışma hareketinin ilk adımının itiraf, affedilme talebi, barışma projesi olması gerekiyordu. Hayatının son yıllarında bu konular Derrida’yı da meşgul etmişti. Defalarca ve sürekli olarak aynı sorunları tekrar gündeme aldı: affetme sahnesinin küreselleştirilmesi sorunu, itirafın ve tanıklığın dünya çapında tiyatrolaştırılması sorunu. Kendi suçlarımız ve babalarımızın suçları için günah çıkarıyoruz. Evet suçluyuz, af diliyoruz. Ya da başka bir haliyle: her ne kadar kişisel olarak suçlu olmasak da af diliyoruz. Kimin ve ne adına? Devlet adına mı? Sivil toplum adına mı? Babalarımız adına mı? Babalarımız adına konuşma hakkımız var mı? Üstelik ‘özür diliyoruz’ cümlesi tam olarak kimi muhatap alıyor? Ulusu mu? Sıradan bireyleri mi? Bu bireylerin temsil ettiği ya da ulusu somutlaştırdığı kabul edilen Devlet’i mi? Dünya çapında bir mahkemeyi mi? Kuşkusuz çok fazla soru var ortada. Ne var ki bunların her biri acilen cevaplanmayı hak eden, dolayısıyla zaruri sorular. Dahası var, ufukta başka bir soru beliriyor. Ağızdan çıkması gereken cümle ‘Özür diliyoruz’ ya da ‘özür diliyorum’ cümlesi midir? Çevrildiğinde bazen ‘I apologize’ halini alıyordu, ama örneğin ‘I ask forgiveness’ değil. (...) Bu cümleler gerçekten özür dileme cümleleri midir? Muhatap alınan kişi, affetme gücü taşıyıp taşımadığını kendine sorabilecek durumda mıdır?”
Devam ediyor Nichanian ve bence hayli can alıcı bir yere geliyor:
“Derrida barışmanın ‘tür’ünü sorgularken herhangi bir barışma projesinin ortaya koyduğu ya da herhangi bir barışma sürecinin işlediği her yerde, her zaman tehdit olduğunu açıkça öne sürüyordu. Yasın gasp edilmesi karşısında yaşanan yaralanma, kökten parçalanma, suçluluk: Bütün bunlar, kaçınma ya da yalnızca görmezden gelme, inkar etme riskiyle karşı karşıya kalıyorlardı; hakikat, politeai’nin ya da egemen Devlet’in iktidar iradesine boyun eğme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu; hasılı yas bir kez daha gasp edilme ya da manipule edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu.”
Kritik sorular/sorunlar bunlar elbette. Bütün bu sorularla beraber nihai noktada kendi adıma önereceğim tutum, elbette ki her türlü yüzleşme talebinin yanında olmak, “barışma” adına atılan adımları boş bırakmamak olacaktır, siyasi düzeyde..
Böylece hem yazının sonlarına hem de kritik bir aşamaya geldik. Şöyle bitirelim: Mağdur, kurban ne bekliyor, ne bekler? Bu dönemden döneme, muhataptan mutahataba değişiklikler gösterse de ana tema hiç değişmemiştir: tanıma. Yani failin olup biteni adil biçimde tanıması, tanımlaması. Bu, kurbanın, mağdurun en temel hakkıdır. Haktan da ötedir esasen. Bir varoluş biçimidir. Çünkü bu tanıma olmadan iki şeyi yapamaz. a) yas tutamaz b) adalet duygusunu tatmin edemez. Yas ile başlayalım. Soykırıma, katliama gitmeden, bambaşka bir örnek vereceğim. 1990’larda devlet içindeki çetelerin cehenneme çevirdiği Güneydoğu’da ve İstanbul’da çok sayıda kayıp vakası, daha doğrusu kaybettirme vakası yaşanmaktaydı. Resmi görevliler Kürtleri, muhalifleri evlerinden alıyor, bir daha da bu insanlardan haber alınamıyordu. Muhtemelen öldürülmüşler ve bir yere –muhtemelen bir toplu mezara- gömülmüşlerdi. Darbe dönemindeki değildik ama klasik bir cunta marifetiyle karşı karşı idik. Kimi zaman belli belirsiz tanıklıklara ulaşılıyor (şu karakolda görülmüş, sivil bir araba almış götürmüş gibi), ama araştırmalar davalar bir sonuç vermiyordu. Bu “kaybettirme” sürecinin mağdur ailelerde yarattığı travmayı anlamak ve tarif etmek çok güç. Ancak yıllar sonra, bazı görevlilerin itirafları ya da bazı araştırmaların sonuç vermesiyle bazı kemikler bulundu. İşte o zaman o kayıp aileleri tekrar konuştular. Söyledikleri bir çok şey arasında belki de en önemlisi şuydu: artık yasımızı tutabiliriz. Evet artık tutabilirlerdi çünkü devlet, o cesedi, kemikleri ailesine vermeyerek, o kemiklerin yerini söylemeyerek, onları “kaybederek” aileyi yastan, o en insani süreçten mahrum etmişti. Yıllar yıllar boyunca çocuklarının, kocalarının, babalarının yasını bile tutamamış yüzlerce insan. Hayal etmek, anlamak muhtemelen bizler için mümkün değil. Ama “otorite”nin nasıl da gaddar olabileceğini görebilmek mümkün.
İnkar “yas tutma”yı Ermeni toplumunun elinden almıştır
İnkar siyasetinin, inkar kültürünün, tüm resmi yazışmalarda konuşmalarda haberlerde kullanılan “sözde Ermeni soykırımı” formülünün yaptığı da bir anlamda budur işte. İnkar ederek, “sözde”leştirerek, üste çıkarak, “asıl mağdur olan biziz” argümanını gür bir biçimde tekrarlayarak “yas tutma”yı Ermeni toplumunun elinden almıştır. Aynı kemiklerinin yerini söylemediği “kaybettikleri” gibi. Fark şu ki burada tarihsel aralığımız kapanmadı ve 1915’ten beri sürüyor. Bu, yas tutamamak için çok uzun bir süre.
İkinci olarak adalet duygusunu tatmin edemez demiştik. İşin aslı burada herhalde fazla tarife gerek yok. İnsanlar, toplumlar adalet beklerler. Bunun için öncelikli şart, kurbanın “kurban” olduğunun teslim edilmesidir. İlk adım böyle atılır. Fakat resmi ve paylaşılan görüş, (doğrusunu isterseniz böyle demeliyiz çünkü resmi görüş demek aslında yetmiyor, bu resmi görüşün kamusal alanda toplumun önemli bir kesimi tarafından paylaşıldığını da not düşmek gerekir) inkar siyasetinin devamı olarak kurbanın “kurban” olduğunu da teslim etmemiştir. Ve yine bu siyasetin devamı olarak asıl kurbanın kendileri olduğu savını öne sürmüş, hatta bunu Türkiye’deki Ermeni toplumuna dayatmışlardır. Özetle “yas” mağdurların ellerinden alındığı gibi, “gerçeklik” de ellerinden alınmış, yıllar yıllar boyu atılan, tekrarlanan nutuklarla “kurban” yer değiştirmiş, (3) tüm bunlar yetmezmiş gibi “Ermenilik” bir küfür, bir suçlama/aşağılama aracı haline getirilmiştir, üstelik “bizim kültürümüzde ırkçılık yoktur” argümanları eşliğinde. Dolayısıyla işin aslı, olur da yüzleşmeye niyetlenen herhangi bir siyasi otorite çıkarsa, öncelikle kendi elleriyle inşa ettiği ya da inşasına katkıda bulunduğu bu beton duvarı yıkması gerekecektir.
Yüzleşme ve özür ancak bundan sonra gelebilir. Ve yas da ancak böyle başlar.
1-Ömer Çelik ile söyleşi, Agos, 25 Nisan 2013
2-Edebiyat ve Felaket, İletişim yayınları, Çev: Ayşegül Sönmezay, sayfa 207 ve devamı
3-Bunu söyleyerek elbette ki o dönemde Türk/Müslüman tarafında yaşanan kayıpları önemsemiyor değilim. Burada da kayıplar yaşanmıştır ve paylaşılması, önemsenmesi gereken bir acıdır. Ancak bunu 1915’te yaşananların karşısına koymak, zaman geçtikçe de üstüne koymak, bu yolla 1915’i hiçleştirmek adil bir yaklaşım olmasa gerek.