Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış
Değişen Toplum, Değişmeyen Siyaset
Karin Karakaşlı |
Karin KarakaşlıGazeteci ve yazar |
Hrant Dink’le birlikte yazmaktan Hrant Dink’in anısına yazmak evresine geçişin katlanılmazlığını anlatacak söz yok. Öldürülmesinden bu yana geçen altı yıl içinde bu duygumda değişen hiçbir şey olmadı. Öte yandan hayat akarken, onun barış mücadelesini devam ettirmek de en büyük miras olarak omuzlara bindi. Bu yazı da diğer pek çoğu gibi o sorumluluğun ifadesidir.
Hrant Dink ismi Türkiye ve dünyada 19 Ocak 2007 tarihinde gazetesi Agos’un önünde öldürülen Ermeni gazeteci olarak yankılandı. O kırılma ânının vuruculuğunu anlatabilmek, onun şahsında bu gazetenin kuruluşundan o zamana geçen on yıllık döneme ve 2007 sonrası yaşananlara bakmayı gerektiriyor.
Türkiye’nin ilk haftalık Türkçe-Ermenice gazetesi Agos, Nisan 1996’de Hrant Dink’in Genel Yayın Yönetmenliği’nde kuruldu. O dönem Türkiye Ermeni Patrikliği ile PKK arasında bağ kurmaya yönelik provokatif yayınlar, Ermeni kelimesinin giderek küfre dönüşmesi ve devletin azınlık politikalarının azınlık vakıflarının mülk edinememe sorunu başta olmak üzere yarattığı yıkımı ilk elden kamuoyu ile paylaşmak, gazetenin temel ilkesi oldu. Buna ekonomik olarak kendi okul, kilise ve derneklerini devletten hiçbir maddi yardım almadan idame etmek durumunda olan Türkiye Ermeni toplumunun dayanışmasını sağlamak üzere, 1915 sonrası Anadolu’da gidecek okul ve yaşayan Ermeni kalmadığından İstanbul’a ya da yurt dışına göç eden ve ana dilini öğrenemeyen Ermenileri kucaklama ihtiyacı da eklendi. Ermenilerin bu toprakta sanattan zanaata pek çok alandaki birikimini paylaşmak ise bir diğer hedefti.
Her yeni kurum gibi Agos’un da kuruluş yılları kimliğini arama ve oluşturma çabaları ile geçti. İlk dönemin hedeflerine zamanla Türkiye-Ermenistan diyaloğuna katkı, Ermeni Sorunu’nu onur gözeten yeni bir üslupla konuşabilir kılma, karşılıklı bilgilerin aktarımı, düşünce ve ifade özgürlüğü ve AB süreci çerçevesinde Türkiye’nin demokratikleşmesi gibi çok kapsamlı gündem maddeleri dahil oldu. Öyle ki gün geldi artık Hrant Dink’in belirlediği bir manşet var olanı bildiren değil, bizzat kendisi ülkenin gündemini belirleyen bir hal aldı.
“Türkiye Ermeniliği ilk kez onunla bu denli görünür oldu”
Siyasi mücadelenin en yorucu ve yıpratıcı olduğu zamanlar Türkiye’de yaşayan Ermenilere kendilerini yabancı duyumsatacak Devlet hamlelerinin ya da aşırı milliyetçi kesimlerin söylemlerinin doruğa tırmandığı dönemlerdi. Dünya parlamentolarında gündeme getirilmiş Ermeni tasarıları, Azınlık vakıflarının mülk edinebilmesine ilişkin tartışmalar mutlaka bir yerde azınlıkların yabancı sayılması imasını da beraberinde getiriyor ve Hrant Dink’in mücadelesi kızışıyordu. Bu noktada onun varlığı ve duruşu yepyeni bir Ermeni kimliğini ilan etti.
Türkiye açısından bakıldığında Ermeni’ye yaklaşım belli çerçevelerle sınırlanmıştı. Kimileri için ülkedeki Ermeni, eksikliği “Ne de güzel dolma, topik yaparlardı. Zanaatkâr insanlardı” benzeri derinliksiz nostaljilerle yad edilen ama olmayış nedeni hiç sorgulanmayan bir insan türüydü, kimi kesimler içinse “potansiyel hain ve iç mihrak”. Hrant Dink ilk kez Ermeni olgusunu inkâr edilemeyecek bir gerçeklik olarak kendi bedeni ve kendi sesiyle sergiledi. Türkiye Ermeniliği ilk kez onunla bu denli görünür oldu.
Hrant Dink Ermeni kimliğine eşdeğer bir emeği Türkiyeliliği için de harcadı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak doğduğu memleketin geleceği için fikir üretmekten ve emek vermekten hiç vazgeçmedi. Onun nezdinde demokrasi, emek verilerek üretilecek birşeydi. Kürt sorunu, başörtüsü, Türkiye-AB ilişkileri gibi sayısız konuya kendi deneyimlerinden yola çıkarak katkı sundu çünkü bu katılımı demokratlık ahlâkının gereği olarak görüyordu.
Hrant Dink’in iş ve hayat ahlâkı her şeyi kendi mecrasında konuşmaktan yanaydı. O yüzden pek çok fırsatı olmasına rağmen Türkiye Ermenilerinin sorunlarını hiçbir zaman Avrupa’ya şikâyet unsuru olarak taşımadı. O noktada söz hep Türkiyeli kimliğindeydi. Keza Diaspora ile girdiği fikir mücadelesinde “Siz soykırımın tanınmasından mı yanasınız, Türkiye’nin demokratikleşmesinden mi?” diyerek dışardaki Ermenileri de dürüst bir yüzleşmeye davet etti.
Ona göre Ermeni Sorunu ancak bilginin serbestçe dolaşımda olduğu, gerçek anlamda demokratikleşebilmiş bir toplumda layıkıyla ele alınabilinirdi. Dolayısıyla tarihe dair dıştan dayatmacı tasarı süreçleriyle aşırı milliyetçi kesimleri tetiklemek dışında bir sonuç sağlamak mümkün değildi. Tam da bu sebeple Hrant Dink tüm Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi AB sürecine dahil etmeleri gerektiğini vurguladı hararetle. O her zaman için tabandan tavana yükselen ve iç dinamikleri hesaba katan taleplerin takipçisiydi ve ülkesinin demokratikleşmesinden öte hiçbir kaygısı yoktu.
Ölenler değil, kalanlar üzerinden konuşmak
Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olabileceği iddialarını içeren haberi de Ermeni tabusunu ölenler değil kalanlar üzerinden tartışmak için bir fırsat olarak hazırladı Hrant Dink. Bu yayın kendisi açısından o acılı dönemde ölen Ermeniler kadar din değiştirerek, evlat edinilerek ya da evlendirilerek sağ kalan Ermeniler de bulunduğu gerçeğini konuşulur kılmak için bir vesileydi.
Ancak haberin Hürriyet gazetesi manşetlerine çıkması sonrası Genelkurmay’ın yayınladığı sert kınama bildirisi ve Diaspora Ermenilerine Türk düşmanlığından kurtulmalarını telkin eden yazısından cımbızlanan bir cümleyle ‘Türk düşmanı’ ilan edilerek radikal sağ basın ve ulusal gazetelerin kimi önemli köşe yazarları eşliğinde başlayan anti-kampanya onun adını kendisi için zulüm olan bir mecraya taşıdı.
Hayatını işte bu önyargı ve düşmanlık duvarlarını yıkmaya, Türk ve Ermeni halklarının birbirini tanıması ve anlamasına adayan Hrant Dink, aslında 19 Ocak 2007’de öldürülmedi. Genelkurmay bildirisi akabinde İstanbul Valiliğinde MİT mensuplarınca tehdit edilirken öldürüldü. Her yazıya, her söyleşiye nefes tüketir, kendini yeniden ve yeniden izaha mecbur hissederken öldürüldü. Ülkü Ocakları Agos’un önünde “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” diye bağırırken, mahkemeler bilirkişi raporuna rağmen ısrarla onu mahkûm ederken, Yargıtay o mahkûmiyeti onaylamakta beis görmezken öldürüldü.
Cinayetten iki gün sonra İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, cinayetin herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısının bulunmadığını açıklayıverdı. Katil zanlısının Samsun’da yakalandıktan sonra Türk bayraklı poster önünde jandarma ve polislerle birlikte çekilmiş video görüntüleri ortaya çıktı. Hrant Dink suikastinin planlayıcıları arasında olduğu anlaşılan Erhan Tuncel’in, Hrant Dink’in Yasin Hayal tarafından öldürüleceğini Şubat 2006’da polise bildirdiği, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nün de durumu Ankara ’daki Emniyet Genel Müdürlüğü ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne rapor ettiği anlaşıldı. Dönemin sorumlu valisi önce iktidar partisinden milletvekili, sonra İçişleri Bakanlığı’na İstanbul emniyet müdürü valiliğe, Dink ’in “Türklüğe hakaret” suçunu düzenleyen TCK’nın 301’inci maddesinden verilen cezanın altında imzası bulunan 18 Yargıtay hâkiminden biri olan Mehmet Nihat Ömeroğlu da TBMM Genel Kurulu’nda Kamu Başdenetçiliğine terfi etti.
O örgütün çapı, ülkenin bundan sonraki ufkudur
Silinen telefon görüşmeleri, karartılan deliller, gizlenen bilgiler, imha edilen raporlar birbirini izledi. Devlet Denetleme Kurulu’nun soruşturulmasını bizzat salık verdiği emniyetten jandarmaya, istihbarattan yargıya, siyasetten yargıya tekmil görevlilere halen soruşturma açılmadı. Dolayısıyla cinayetin esas sorumluları ve gerçek failleri ortaya çıkmadan 17 Ocak 2012’de iki sanık mahkûm edilerek dava kapatılmaya çalışıldı.
Bu hukuk rezaleti ve kaybın acısına karşı yegâne umut, cinayetten dört gün sonra 23 Ocak’ta düzenlenen cenaze töreninde Hrant Dink’in “Hepimiz Ermeniyiz” diye haykıran yüzbinlerce insan tarafından uğurlanmış olması gerçeğidir. Ardan geçen yıllarda onun adı ve şahsında yaşatılanlara infial katlanarak arttı. Şimdi kamu vicdanı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ‘örgüt var’ şeklinde mahkeme kararına yapılan itirazın takibinde. Bakışlar Yargıtay’a, ‘örgüt’ diye neyin yakalanacağına çevrili. O örgütün çapı, ülkenin bundan sonraki ufkudur. Bizim yaşam alanımız da o çapın büyüklüğü kadardır.
Aradan geçen altı yılda, Türkiye toplumu Hrant Dink’in şahsında 1915 tabusuna ilişkin verilmek istenen ‘mesaj’ı algılayarak, tabunun kırılması ve barışın tesisi noktasında tavır koydu. Öğretim üyeleri ve gazetecilerden oluşan bir grup tarafından “1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” sözleriyle 14 Aralık 2008 tarihinde başlatılan imza kampanyası 30.837 kişilik listesi ile büyük ses getirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, kampanyayla ilgili olarak "Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin böyle bir sorunu yok" sözleri anımsanırsa devlet siyasetinin bu konuda halen toplumun ne kadar gerisinde olduğu daha iyi anlaşılır.
Son yıllarda Türkiye’de düzenlenmeye başlanan 24 Nisan soykırımı anma etkinlikleri de, kırılan paradigmanın bir diğer ifadesi. Haydarpaşa Garı’nda bir grup insanın ellerindeki siyah-beyaz fotoğraflara bakanlar koca bir Anadolu halkı çoluk çocuk, kadın ve yaşlılarıyla ölüm yollarına sürülmeden hemen önce, onların bu yaşadıklarını toplumla paylaşamasın diye 220 Ermeni aydınının Ayaş ve Çankırı’ya doğru son yolculuklarına çıkarıldığını öğrendi. Anmalar meydanlara taştı.
2015’e yaklaşırken Ermeni soykırımı ile yüzleşme, Kürt sorunun çözümünün de esas temeli olması gereken yer olarak kendini dayatıyor. 2009’da imzalanan ve Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını, diplomatik ilişkinin başlamasını öngören protokoller hâlâ rafta. Bugün de dün de ısrarla kilitli. Oysa toplum eşikten geçmeye hazır. Çünkü ülkenin selameti o biricik barış umudunda.
O umuda tutunmaktan öte bir seçenek yok. Hrant Dink’in mirası en çok umut ve mücadele dayatıyor hepimize.