Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış
Diba Nigar Göksel |
Diba Nigar GökselTurkish Policy Quarterly, genel yayın yönetmeni |
Diba Nigar Göksel'e göre Türkiye-Ermenistan ilişkilerine dair 2009'dan bugüne Ankara’nın yaklaşımında bir değişim olmadı. Bakü’nün Ankara üzerindeki etkisi her zamankinden yüksek ve ve yaklaşan seçimler nedeniyle milliyetçi seçmen tabanı önem kazanıyor. Ancak İsviçre’nin AGİT başkanlığını devralmasıyla umutların bir nebze yeşerdiği söylenebilir. 1915’e yönelik resmi anlatımın eleştirilmesinin giderek yaygınlaştığını söylemek mümkün.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Ermenistan ziyareti ve son açıklamalarından sonraki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Protokoller yeniden hayata geçirilebilir mi ? 2009'a kıyasla Azerbaycan'ın müdahale gücünde bir değişiklik var mı?
12 Aralık 2013 tarihinde, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü toplantısı vesilesiyle Erivan’ı ziyaret etti. Bu ziyaret, şimdiki şartların protokolleri hayata geçirmeye elverişli olup olmadığı hakkında kamuoyunda yine tartışmaların açılmasına vesile oldu.
Ankara’nın 2008 yılındaki protokol temelli normalleşme çabalarının arkasındaki başlıca motivasyon, İsviçreli uzmanların deneyiminden de yararlanarak, ortak bir tarih komisyonu çalışmasına başlamaktı. Ermenistan’ın kabul etmesi için, yani kendi çıkarlarına da hizmet etmesi için, ortak tarih komisyonunun iki ülkenin sınırlarını açacak bir paketin parçası olması gerekliydi. Ankara’nın sınırları açmaya yanaşması için de, Dağlık Karabağ sorununun çözümü yönünde olumlu adımlar atılacağına ikna olması gerekiyordu.
Tüm bu konular bu denli iç içe geçmişken, zorlu müzakereler sonucunda protokol metinleri karşılıklı olarak kabul edilebilir hale geldi. Ama Protokol metninde taraflar arasındaki ihtilafları gizleyen muğlak ifadeler vardı. Metinde “yapıcı belirsizlikler” olarak görülen bu muğlaklıklar, iki tarafın farklı yorumlamalarla da olsa süreci bir yere kadar ilerletmesine imkan sağladı. Fakat diplomatik dilin altında yatan anlamlar kamuoyu tartışmalarında deşifre edilirken karşılıklı kuşku ve güvensizlikler arttı. Türkiye sınırın açılmasını Karabağ sorununun çözümüne endeksliyormuydu? Ermenistan Türkiye’nin sınırlarını tanıyormuydu? Soykırım’ın tanınmasına yönelik Ermeni girişimleri zayıflayacakmıydı? Bu gibi birçok soruya farklı yanıtlar uçuşuyordu.
Bu tartışmalar esnasında Ermenistan’ın Dağlık Karabağ sorununun çözümüne yönelik bir adım atmayı planlamadığı netleşti. Protokol sürecinin Türk tarafında ivme kaybetmesinin ana sebeplerinden biri bu idi. 2009’da olduğu gibi, Bakü, Ermenistan-Türkiye sınırının açılmasının Karabağ müzakerelerinde Azerbaycan’ın elini zayıflatacağını öngörüyor. Ankara ise bu şartlarda Ermenistanla sınırları açmasının bölgesel jeostratejik ve ekonomik çıkarlarıyla ters düşeceğini hesaplıyor. Bu anlamda 2009'dan bugüne Ankara’nın yaklaşımında bir değişim olmadı. Hatta, Ankara’nın Bakü ile ilişkilerini sarsmamak için bu sene daha da çok nedeni var. TANAP boru hattı, Türkiye’ye birçok sektörde Azerbaycan yatırımları, ve yaklaşan seçimler nedeniyle Azeraycan ile dayanışmayı önemseyen milliyetçi seçmen tabanının artan önemi Bakü’nün Ankara üzerindeki etkisini her zamankinden yüksek kılıyor.
Yine de, Ocak 2014’ten bu yana İsviçre’nin AGİT'in yönetimini devralmasıyla Türkiye-Ermenistan arasında yeni girişim ihtimalleri belirdi. 2007-2009 yılları arasında Türkiye – Ermenistan ilişkilerinin normalleşme sürecine İsviçre’nin arabuluculuk yapmış olması nedeni ile, İsviçreli diplomatlar ve arabulucu ekipleri Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerinin girift dinamikleri konusunda deneyimli. Bu farkındalık, varolan düğümleri gevşetmek için nispeten daha gerçekçi ve bilgiye dayalı öneriler üretilmesini sağlayabilir. (veya hiç olmazsa, İsviçre tarafının son yıllardaki deneyimleri sayesinde taraflara gerçekçi olmayan formüller empoze etmeleri ve gerginlikleri tırmandırmaları riski daha az).
Dağlık Karabağ sorunu için çözüm arayışlarında bir süredir tıkanıklık hali var. Türkiye Dağlık Karabağ sorununun çözüm sürecinde aracılık yapan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın Minsk Grubu’ndaki eş-başkanlardan biri değil. Esas olarak üç eş başkan -Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Fransa- tarafından yürütülen bu süreç hiçbir zaman yeterince şeffaf olmadı. Görüşmelere dair önemli bilgiler AGİT Başkanlığı ile dahi yeterince paylaşılmadı. Hem eş başkanlar hem de Erivan ve Bakü statükonun rahatlığına sığındılar ve sonuç almaya yönelik yeni paradigmalar üretmeye yanaşmadılar. İsviçre başkanlığı, diğer ülkelerden paydaşları ve gayri resmi/sivil toplumu da işin içine katarak, bu süreci daha kapsayıcı hale getirme niyetinde. AGİT Başkanlığı tarafından gösterilen bu dikkat, bölge ile ilgilenen gözlemciler ve analistler arasında temkinli bir iyimser havanın oluşmasına yol açtı.
Türkiye için, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki görüşmelerin Türkiye-Ermenistan açılımı ile paralel ilerlemesinin önemi ışığında, yakın zamanda tartışılan formül; Ermenistan’ın koz olarak elinde tuttuğu Dağlık Karabağ bölgesinin çevresindeki yedi rayon denilen bölgeden (ilçeden) birkaçından çekilmesi, yerinden edinilen Azerbaycanlıların bu topraklara dönebilmesi ve buna karşılık Türkiye’nin Ermenistan ile sınır kapısını açması, ardından bölgedeki demiryolu ağlarının açılmasıyla kapsamlı bir entegrasyon. Ankara’nın ortaya attığı bu çerçeveyi her üç tarafın kamuoyu desteği, güvenlik ve çıkarlarını koruyabileceği bir şekilde formüle etme gayreti söz konusu oldu. Fakat Rusya’nın bölgedeki rolü, Erivan ve Bakü’deki dinamiklere bakılınca bir uzlaşma ve çözüm zemini ufukta görünmüyor. Bölge uzmanları arasında tartışılan diğer bir formül ise, Minsk eşbaşkanları tarafından müzakere edilen Madrid İlkeleri’nde öngörüldüğü şekilde, Bakü ve Erivan’ın çözüm çerçevesi üzerinde mutabakata varmaları koşuluyla, Ankara'nın Erivan ile diplomatik ilişkiler kurması ve Kars ve Gümrü arasında demiryolunun kullanıma açılması. Bu senaryoda, en çetrefilli konu olan Dağlık Karabağ’ın nihai statüsü konusunda karar ötelenir ve bu sorun kenara konarak bölgedeki iletişim ve etkileşim kanalları açılır, uzun vadede uzlaşmaya daha elverişli bir iklimin ortaya çıkması beklenir.
Hem Ermenistan hem de Azerbaycan zamanın kendi lehine işlediğini düşünüyor ve bir ara formülün devreye sokulmasıyla müzakerelerde ellerinin zayıflatabileceğinden endişe ediyor. Azerbaycan, ekonomik olarak güçlenirken Gürcistan ve Türkiye ile entegrasyonu sağlamlaştırıyor; Ermenistan'ı "izole" eden bu dinamiği kesintiye uğratmak istemiyor. Diğer yandan, Ermenistan da, Dağlık Karabağ’ın etrafındaki -yerinden edinilmiş Azerbaycanlıların çoğunluğunun memleketi olan - bölgeleri (rayon denilen) Azerbaycan'a geri vererek müzakerelerdeki başlıca kozunu kaybettirecek ödünlere yanaşmak istemiyor. Kısaca her iki tarafta da stratejik ve iç politikaya dair endişeler mevcut.
Özet olarak, Ermenistan ve Türkiye arasında protokollerin yine gündeme getirilmesi yerine varolan çıkmazı aşmak için zamana yayılan küçük adımlar ve Azerbaycan'ın da dahil olduğu formüllerle normalleşmeye ulaşma düşünceleri hakim. Ancak 2015’in yaklaşmasıyla başka bir komplikasyon da söz konusu. 2014 ve 2015, Ermeniler açısından, uluslararası kampanyalar vasıtasıyla 1915 tehcır ve katliamlarının soykırım olarak tanınması, tazminat, ” ve Türkiye’nin sınırları koşulsuz açması yönünde en yoğun baskıyı yapabileceklerini düşündükleri yıllar. Bu sebeple Erivan'ın Türkiye’den gelebilecek açılımları reddetmesi olası. Nitekim, duyumlara göre Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ziyaretinde Erivan yüksek düzeyde iletişimin tesis edilmesine karşı katı bir tavır sergiledi.
Türkiye-Ermenistan ilişkilerine 1915'in etkisi nedir?
İki ulus arasında ana sorun Osmanlı-Türk Devletinin son dönemiyle ilgili çelişen tarih söylemleri üzerine inşa olmuş olan husumet. "International Center for Transitional Justice" (Uluslararası Geçiş Sürecindeki Adalet Merkezi) adli kurumun raporunda da belirtildiği üzere, “Bu olayların boyutu, kapsamı, yaşandığı ortam, doğurduğu sonuçlar ve faillerin kimlikleri ile bağlantılarına dair anlaşmazlık var". Anadolu’nun Ermeni varlığından arındırılması on yıllardan beri Türkiye’nin resmi söyleminde ya inkar edildi veya haklı gerekçelerle yapıldığı öne sürüldü. Ermeni diasporasının aktif bir bölümü ise buna karşılık ayrım gözetmeksizin Türk karşıtı propaganda yürütttu. Karşıt duruşların kısır döngüsü böylece daha da belirginleşti.
Üçüncü taraf politikacılarının, 1915’te ne olduğunu tanımlayarak, hukuki sonuçlara varmayı amaçlayan soykırım tanıma kararları yoluyla olaya dahil olmaları, tarihsel tartışmanın “soykırım” kelimesinin kullanılıp kullanılmayacağı ve bunun sonuçlarının ne olacağına indirgenmesine yol açtı. Böylece durum, yalnızca yasal ve tarihsel anlaşmazlığın değil aynı zamanda politik ve maddi çıkarların ve uluslararası stratejik güç oyunların da içinde bulunduğu bir cadı kazanı haline geldi ve “soykırım” kelimesinin önemli sayıda Türk ve Ermeninin “vatanseverliklerini” ölçen bir turnusol kağıdı haline dönmesine neden oldu.
Özellikle katı tutumu benimsemiş örgütlü Ermeni diasporasının “soykırım tanınması”, “toprak iadesi” ve “tazminat” talepleri üzerinden baskı kurma çabasına, Türkiye, politik ve diplomatik sermayesini de kullanarak, önemli kaynaklar serferber etme yoluyla karşılık verdi. Bu olaylar silsilesi, Türkiye’nin diğer stratejik sorunlar üzerindeki diplomatik manevra alanını ciddi anlamda kısıtladı. Her iki ülkenin de kamuoyunun ve politik alanının daha da katılaşmasına sebep oldu.
20 yıldan fazla zamandır resmi olarak Ankara ve Erivan arasındaki görüşmelerde 1915 başlığı gündem maddesi olarak yer almakta. 1991 yılında, Sovyetlerin yıkılıp Ermenistan Cumhuriyetinin kurulmasıyla, Ankara Hükümeti, diplomatik ilişkilerin kurulması için Ermeni tarafıyla masaya oturdu. Ankara, Erivan’ın Ermeni diasporasının soykırımın tanınmasına yönelik yaptığı kampanyalara son vermesini bekliyordu. Ne var ki, Erivan, net ve kesin bir şekilde bu meselenin muhatabı olmadığını beyan etti. Cumhurbaşkanı Ter Petrosyan, Ermenistan dış politikasına “soykırımın tanınmasını sağlamak” unsurunu dahil etmemişti. Ter Petrosyan’ın yaklaşımı, Türkiye ile ilişkilerinin normalleşmesine yönelik süreçte de Ankara ve Erivan arasında tarih konusunun mevzubahis olmaması idi. Nitekim, Erivan’ın diaspora üzerinde kontrolü olmadığı 90li yıllarda Türkiye tarafından da anlaşılmaya başlanmıştı.
Fakat, Robert Koçaryan’ın 1998 yılında iktidara gelmesi ile soykırımın tanınması gayesi devlet politikası seviyesine yükseltildi.Koçaryan, bu konuyu hem Türkiye’ye karşı bir koz hem de diasporanın kendi yönetimine verdiği desteği sağlamlaştırmak için bir araç olarak kullandı.Böylece, 1915 bir kere daha resmi ikili gündeme oturdu.
Arşivler ve tarihi kayıtlar üzerinde çalışmak için Ankara ve Erivan’ın mutabık olacağı bir “tarih komisyonu” kurulması fikri ilk defa Nisan 2005 tarihinde Türkiye Başbakanı tarafından resmi olarak dile getirildi. Ermenistan'ın bu konuya cevabı, öncelikle ilişkilerin normalleşmesi ve sınırların açılması gerektiği, tarihi konuların ve “karşılıklı çıkarlara yönelik diğer konuların” bilahare ele alınabileceği oldu.
Nihayetinde, yukarıda da belirttiğim gibi, tüm konuların bir paket olarak birbirine bağlandığı 2009 protokolleri her iki tarafça da parafe edildi ve kamuoyları ile paylaşıldı. Bu çerçevede, “iki halk arasında karşılıklı güven tesis edilmesi amacıyla, mevcut sorunların tanımlanmasına ve tavsiyelerde bulunulmasına yönelik olarak, tarihsel kaynak ve arşivlerin tarafsız bilimsel incelenmesini de içerecek şekilde bir diyaloğun uygulamaya konulması” hedefi doğrultusunda bir alt komisyonun kurulması” öngörüldü.
Ermenistanda bir kesimin yorumuna göre protokoller 1915 olaylarının “soykırım” nitelendirmesini sorguluyordu. Bu temelde Sarkisyan iktidarı, protokol metinlerini kabul ettiği için eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştirilere cevap olarak Erivan, soykırımın tanınmasına yönelik yaklaşımında herhangi bir değişiklik olmadığının altını çizdi. Bu pozisyon, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokollerin anayasaya uygunluğu hakkında verdiği karar ile resmileşti. Mahkeme, protokolleri anayasaya uygun bulurken bunların Ermenistan Cumhuriyeti’nin, yasama ve yasaları uygulama süreçlerinde ve bunun yanısırsa, devletlerarası ilişkilerinde, Ermenistan Cumhuriyeti Anayasası’nın Giriş bölümünde yer alan hükümlere ve “Ermeni Soykırımı’nın uluslararası olarak tanınmasına Ermenistan Cumhuriyeti’nin desteğini” öngören Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11.inci paragrafında bulunan ifadelere aykırı olacak bir şekilde yorumlanamayacağını ve uygulanamayacağını net olarak açıkladı. Türk tarafında, bu açıklama, süreci bozan etkenlerden biri oldu.
Aslında protokol metinlerinin kamuoyları ile paylaşılmasından önce de dünyadaki başka anlaşmazlıkların çözümü için benzer komisyonların parametrelerinin incelendiği kapalı tartışmalar sırasında tarihsel incelemenin bağımsız ve nesnel biçimde yapılmasının şart olduğu, bunun her iki tarafın, çalışmaları, kendi politik çıkarları lehine çevirmesinin önleneceği iyice belirginleşmişti. Böylece, aslında protokollerin yayınlanmasından önce, ortak bir tarihi çalışma yapılmasına yönelik karşılıklı heves önemli ölçüde zayıflamıştı.
2015'e doğru iki ülke ilişkilerinde ilerleme bekleyebilir miyiz, yoksa tam tersine tarafların tutumlarını keskinleştirdikleri bir duruma mı doğru yol alıyoruz ?
2015 yılının, Türkiye’nin, sadece Erivan ve Bakü ile değil, aynı zamanda 1915’i anan ya da 1915’i Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanan üçüncü ülkeler ile olan ilişkilerini de gerginleştirme riski mevcut.
Buradaki risk; her yıl 24 Nisan’da yaşanan ve sonuç vermeyen “soykırım diplomasisi”nin daha da yüksek seviyedeki haline tanık olmamız. Soykırımın tanınması yönündeki Ermeni diasporasının kampanyaları ve bu yöndeki diplomatik girişimler çok daha koordine bir şekilde gerçekleşecek. Türkiye bu girişimleri sonuçsuz bırakmak ve dikkatleri başka yöne çevirmek için jeostratejik kozlarını kullanacaktır. Ankara ayrıca Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen diğer trajedileri kapsayan bir çerçeve ortaya koyarak 1915 hakkındaki diskuru yönetmeye odaklanıyor.
Bu süreç boyunca, Türk toplumunun çeşitli halkaları tarafından yapılan samimi uzlaşma ve anma girişimleri de büyük olasılıkla Ermenilerin çoğunluğu tarafından “az ve gecikmeli” adımlar olarak algılanacak, hatta bu çabaların Türkiye üzerindeki uluslararası baskıyı “hafifleteceği” korkusuyla reddedilecek.
Türkiye Dışişleri Bakanı tarafından ortaya konan “adil hafıza” kavramı, Türkiye’de daha geniş bir çevrenin Ermenilerin kollektif acı hatıralarının konuşulabilmesi için bir çerçeve yaratmayı da amaçladı. Bu doğrultuda, 2013’un sonlarında Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Erivan’a yaptığı ziyaret sırasında, Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerinin 1915'te techirinin “yanlış” ve “insanlık dışı” öldüğünü belirterek bu yeni söylemi yansıtan bir açıklama yaptı. “Adil hafıza” kavramı , Ermeni trajedilerini Türklerin temel veya katılımsal bir özelliğine ATFETMEMEYİ, bunun yerine 1915'in şartlarını ve bağlamını -yani etnik kökenleri ve dinlerine dayanarak Müslümanların ve Türklerin de hedef alındığı bir savaş halinin hüküm sürdüğünü de dikkate almayı önermekte.
Fakat birkaç sebepten dolayı bu söylem 2015’e yaklaşırken daha yumuşak bir iklim veya bir uzlaşma zemini yarabilecek gibi görünmüyor. Ankara’nın, Müslüman vatandaşların da dönemin savaş ve isyanları sırasında sırasında kendi atalarının yaşadığı trajedilere dair ortak bir hafızası olduğunun göz önünde bulundurulmasına yönelik çabaları, çoğunlukla "mağduriyetlerin eşitlenmesi” ya da zulmün aklanmasına yönelik bir girişim olarak eleştirilmekte. Belki bundan daha önemli olanı ise adil hafıza kavramının, henüz, Türk toplumuna, Ermeni mağdurlara yönelik empati doğuracak şekilde anlatılmamış olması ve genel iç politika retoriklerine de yansıtılmamış olması.
‘Adil hafıza” çerçevesinin amaçları tartışmalı da olsa, çelişen tarih anlayışları olanların birbirini dinlemesi ve anlamasına yönelik alternatif bir çerçeve ortaya atılmış değil. “Adil hafıza” kavramını eleştirenlerin alternatif önermeleri, veya kavramın altının nasıl doldurulması gerektiğine dair önerilerde bulunmaları daha yapıcı bir diyaloğa temel oluşturabilir. Sonuç olarak “adil hafıza” açılımı ancak ana akım entelektüeller, politikacılar ve sivil toplum temsilcileri tarafından kullanılırsa, ve kullanılırken varolan tabuları yıkmaya yönelik geliştirilirse etkin olabilir. “Adil hafıza” kavramı en iyi ihtimalle iki taraftaki aşırı uçların sorgulanmasına zemin hazırlayabilir. Yapıcı olarak geliştirilmediği taktirde ise ayrıştırıcı bir unsur işlevi görür.
Mevcut politik hava ne Türkiye’de ne de Ermenistan’da, yapıcı bir tartışmanın sürdürüleceğine dair pek umut vermiyor. Türkiye’de önümüzdeki 18 ay içinde üç tane seçim yapılacak ve iç politikada yaşanan zorluklar gündemi meşgul edecek; bu bağlamda, Ankara’nın kapsamlı bir vizyon geliştirmesi ve 2015 ‘in olası yansımaları ile başa çıkmaya yönelik çok yönlü aksiyon planı oluşturması beklenmiyor.
Ankara üzerindeki baskının, Türkleri bir ırk olarak şeytanlaştırmaması önemli. Zira, Osmanlı Ermenilerine yapılan zulümler ve yaşatılan trajedilerin sonucunda “Türklerin katil bir ırk” oldukları yönünde atıfta bulunulması, çoğu zaman Ermeni kampanyalarına konu olmuş ve doğal olarak, Türk toplumunun çoğunluğunda, kalpleri ve zihinleri açmak yerine zihinlerdeki engelleri güçlendirdi.
Sonuç olarak, Türkiye’de 1915’in tartışılması açısından bugün çok daha özgür bir ortam olsa da, konu daha çok “piyasa güçlerine” terk edildi. Bu durum, tarihin bu sayfasını araştırmak ve tartışmak isteyenlerin bunu yapabileceği, fakat yeni bir söylemin benimsenmesinin teşvik edilmediği ve toplumun genelinde daha çok empati doğuracak bir yaklaşımın oluştuğunu söylemenin güç olduğu anlamına geliyor.
Devletlerin tarih boyunca yaptıkları yanlışların genel anlamda sorgulanması ışığında, 1915’e yönelik resmi anlatımın eleştirilmesinin giderek yaygınlaştığına şahit oluyoruz. Fakat bu trendin, 2015 yılında kritik ve dönüşüm sağlayacak bir eşiğe gelmesi pek mümkün görünmüyor. Aynı zamanda, Ermeni tarafında da, Türk-Ermeni ya da Ermeni-Azeri tarihine daha nüanslı ve daha az etnosantrik bir yaklaşımın geliştiğini söylemek de oldukça güç.
Tüm bunların yanında, 2015’in getirdiği riskler, aynı zamanda bir imkan olarak da değerlendirilebilir. Ankara’nın gündemini meşgul eden ve bu gündeme egemen olan diğer komşularla ilgili problemler ve iç politikada yaşanan zorluklar nedeniyle, Ermeni ilişkilerine odaklanılamamakta. 2015 işe, dikkatleri yeniden bu konuya yöneltecektir. Beklenen düşmanlık söylemlerinin etkisini azaltmak için yapıcı çevreler pozitif inisiyatifler almaya çalışabilir.