Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Ermeni diasporasından bakış Hayal ve gerçekler arasında Ermeni soykırımı tazminatları Raffi Kalfayan |
Raffi KalfayanHukukçu, Uluslararası İnsan Hakları Ligleri Federasyonu (FIDH) eski genel sekreteri |
Yerkir Europe ve Anadolu Kültür tarafından İstanbul’da 27 Haziran 2015’te Repair projesi kapsamında düzenlenen, Friedrich-Ebert Vakfı ve Fransa Büyükelçiliği’nin desteklediği yuvarlak masa toplantısında hukukçu Raffi Kalfayan Ermeni soykırımı tazminatlarına dair hukuki girişimleri ve tezleri eleştirel açıdan ele aldı. Kalfayan hukuki ve siyasi açıdan pek çok soru ortaya koyan bu girişimlerin farklılıklarını inceliyor, bugüne kadar ihmal edilen yönlerinin altını çiziyor.
Ermeni soykırımının tazmini konusunun öneminin ve yaptırımları olabilecek siyasi ve hukuki risklerinin sonuçlarının farkında oldukları halde Ermeni örgütleri ve Ermenistan devleti bu konudaki yaklaşımlarında maceracılık içindeler.
Bu durumu AİHM’deki Perinçek-İsviçre davasında gördük. Yargı hoşa gitmeyen sonuçlara da varabilir. Perinçek’in İsviçre yargısı tarafından mahkum edilmesi AİHM nezdinde hiç beklenmeyen bir fikir yürütmeye, uluslararası alanda bir uzlaşı konusu olan Ermeni soykırımın gerçekliğinin dahi sorgulanmasına yol açtı. Tabii ki bu fikre göreceli bakmak gerek çünkü yargı kesin bir bilim değildir, sonuçları değişmez değildir, itiraz edilebilir, ki bu davada da öyle oldu. İçtihat tarihteki olayların ritmiyle, ittifakların değişmesiyle, ulusal ve uluslararası düzeyde kamu düzeninin yeni ihtiyaçları doğrultusunda gelişir. Hukukun kaynakları devletlerin ve mahkemelerin uygulamaları boyunca değişir. Ayrıca yargının doğasında asla kesinlik değil bilinmezlik vardır. Bu özellikle insani hikmet-i devletin insani ahlak ve haysiyetin üstünde tutulduğu uluslararası ilişkilerde böyledir.
Siyasi açıdan aynı türden bir engel gözlemleyebiliriz : Belçika parlamentosu tarafından soykırımın tanınması için oylanan karar günümüzün Türkiye devletini her türlü tazminden azade eden bir anlama gelebilecek bir paragrafı içerdi. Aynı vesileyle Avrupa parlamentosunun 18 Haziran 1987 kararının da zaten benzer bir paragrafı içerdiğini keşfettik. Ermenistan’ın ifade ettiği memnuniyet diaspora toplumları tarafından hissedilen başarısızlığı pek gizlemeyemedi.
I- Ermeni soykırımın yüzüncü yılı : yarım bir bilanço ve teyid edilen bir siyasi çıkmaz
2015 yılı Ermeni davasının dile getirilmesinde bir dönüm noktası oldu. Son 12 ayın tüm siyasi iletişimi sadece soykırımın tanınmasını talep etmekle sınırlı kalmamak, buna işlenen suçlar ile Ermenilere verilen zararların tazmini talebini eklemek gerekliliğinin altını çizdi. Ancak bu taleplerin siyasi amacı ve hukuki temelleri talebi aktörlere göre değişkenlik gösterir. Ermenistan ve diasporada soykırımın tazmini ve toprak iadesi konusunda pek çok araştırma grubu kurulmuş olsa da sadece biri AGRSG (Armenian Genocide Reparations Study Group) çalışmalarını yayınladı.
2015’te Ermeni soykırıma dair medyatik hatırlatma kamuoyunu etkiledi. Siyasi planda devlet yöneticilerinin, özellikle Papa Francis’in açıklamaları ve birkaç ulusal parlamento kararı tabloyu zengileştirse de sonuç bir miktar gölgelendi. İspanyol ve İngiliz parlamentoları soykırım kelimesini kullanmaktan kaçındı, ABD gibi İsrail de parlamentoya oylanması için bir metin sunmadı. Bundestag bu konuyu henüz tartışmaya açmadı. Belçika’nın oyladığı karar yukarıda belirttiğim sonucu doğurdu. Ermenistan ise yüzüncü yıl resmi anma törenine devlşet başkanı düzeyinde sadece dört katılım sağlayabildi (Rusya, Fransa, Sırbistan ve Kıbrıs).
Türkiye tsunaminin geçmesini bekleyerek sırtını döndü, taziyesini ve acı paylaşımını yineledi, ancak soykırım gerçeğini kuvvetli bir şekilde reddetti. Siyasi ve diplomatik zeminde 2016’dan itibaren bir karşı atağa geçeceğini gözlemliyoruz : AİHM Büyük Dairesi de Perinçek davasında kesin kararını 2016 başında verecek. Türkiye bu kadar güçlü bir devlet için utanç verici olacak bir şekilde Çanakkale anmasını 24 Nisan’a alarak dikkatleri dağıtmayı denedi. Ancak esas mücadelesini siyasi-stratejik alanda ve özellikle tazminatlar konusunda sürdürdü : Belçika parlamentosunun soykırımı tanıyan ancak Türkiye devletinin her türlü sorumluluğunu yok soyan kararının Türkiye diplomasisinin müzakereleri sonucu elde edilen bir taviz olduğundan kimsenin şüphesi yok ( Türk kökenli Belçikalı milletvekili Emir Kır’ın tavır değişikliği bunun bir göstergesi değil midir ?) Türkiye tazminat taleplerini hedef alan ve kendisine gelecek darbeleri öngören bir strateji izliyor. Ermeni tarafı (devleti ve diasporası) ise sadece soykırımın tanınmasına öncelik veren bir süreç tuzağına kısılmış durumda.
Bu süreç bir tuzak çünkü bu suçun Türkiye tarafından tanınması için ancak Ermeni soykırımın evrensel bir şekilde tanınması ona kaçacak yer bırakmazdı. Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi bu konuda uzlaşı henüz uzak. Türkiye’nin İslam Ülkeleri Konferansı nezdindeki ağırlığı göz önüne alınırsa bu uzlaşıya hiç ulaşılamayabilir. Ulaşılsa bile herhangi bir yargı mercine tazminat talebini iletmek için çok geç olabilir.
Tazminat hakkının insanlığa karşı işlenen suçların zaman aşımına tabi olmaması prensibine dahil olduğuna inanan Ermeni aktörlerin tamamının zaman boyutunu göz ardı ettiğini belirtmek gerekiyor. Soykırımdan bugüne kadar geçen süre, 2016’da 100 yıl, iki duruma dikkat çekiyor : zaman aşımına uğramama kuralı bir suçun faillerinin takibine ya da bu faillere verilen cezaların uygulanmasına dairdir. Bu türden cezai takibat bu konuda artık mümkün değildir. Dolayısıyla bu prensip tazminat hakkını doğrudan içermez. Bu hak, uygulanması için getirilen kriterler sebebiyle, başka zamansal yasal engellerle de karşılaşır. Uğranılan zararın tazmini medeni hukuk mantığında “uygun, etkin ve hızlı” olmalıdır. Olaylardan 100 yıl sonra başvurulan merciler kendilerini yetkisiz ilan edebilirler.
Global olarak Ermeni davasının mevcut konumunda kalırsa siyasi olarak bir çıkmazda olduğunu belirtebiliriz. Bir tarafta ihtilaflı ya da müzakere edilen tazminat taleplerinde bulunmadan önce öncelikle soykırımın siyasi tanınmasını isteyenler, diğer tarafta da Osmanlı Ermenilerinin toptan imhasına yönelik niyeti tanımayı ve bu kelimeyi kullanmayı hiçbir şekilde kabul etmeyen Türkiye. Bu çıkmazın kalbinde soykırım kelimesi ile Türk tarafında –ki bu yeni değil- ve Ermeni tarafında kullanımı –bu nadiren dile getiriliyor- var. Tanıma mücadelesi veren Ermeniler, bu konumu doğrulamak için iyi ya da kötü hangi sebepleri olursa olsun, bu kelimeyi bir dogmaya dönüştürdüler. Soykırım kelimesi iki zıt taraf için de bir dogma haline geldi.
II- Ermeni örgütlerindeki eğilimler ve tavırlar
Bu çıkmaza karşı gözlemlenen mevcut eğilimler şunlar :
Bazıları soykırımın siyasi tanınması mücadelesini yoğunlaştırmaya öncelik veriyorlar. Bu özellikle Taşnak Partisi’nin (Taşnaksutyun diye bilinen Ermeni Devrimci Federasyonu’nun) ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin siyasetidir. Bu siyasi çizgi prestij diplomasisini uygulamaktadır ancak Soykırım suçu önleme ve cezalandırma sözleşmesinin daha güçlü önleme yaptırımlarına doğru genişletmek gibi hedefleri stratejik açıdan pek inandırıcı değildir.
Başka kesimler çabaları Türkiye sivil toplumuyla diyalog ve paylaşımlara yoğunlaştırmayı ve Türkiye’de sahada daha etkin olmayı öneriyorlar. Fransa ve Kuzey Amerika’da artan sayıda kişi bu çizgide. Öte yandan bu çevreler hiçbir siyasi kaldıraç, hukuk aracı ya da zaman süresi öngörmüyorlar. Birbirini tanımayla kaçınılmaz hale gelecek sivil toplumların barışmasıyla bir tanımanın ve telafilerin mümkün olacağını umuyorlar. Bazı beklentiler yerinde ancak Türkiye’yi bunları kabul etmeye neyin iteceği konusunda bir şey söylenmiyor. Ayrıca önemli bir noktayı unutuyorlar : yaşananlar kadar dehşet verici bir suçtan sonra barışma ve tazminat hakkı hakikat dile getirilmedikçe ve ismi konmadıkça etkin olamazlar. Bu ifadenin uluslararası hukukta yeri olan uzantıları vardır.
Bazıları tazminat taleplerine dayanan ve farklı varyantları olan yeni bir strateji öneriyorlar : kimileri ulusal mülklerin İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’ne iadesini talep ediyor, bazıları ise bir geçiş süreci adaletini öngörerek toprak talepleri de dahil her türlü tazminat taleplerinin ele alınacağı bir hakikat ve adalet komisyonunun kurulmasını öneriyor.
Ermenistan ise karmaşık bir tavır içinde : yüzüncü yıl vesilesiyle yapılan Pan-Ermeni bildirisi (29 Ocak 2015) Ermenistan devlet başkanının konumuyla karşıtlık gösteriyor. Ermenistan devlet başkanı 25 Nisan’da Hürriyet gazetesine verdiği demeçte “Bağımsızlığından beri Ermenistan’ın asla Türkiye’ye ya da başka bir devlete yönelik toprak talebi olmadı. Devletimizin dış politika gündeminde böyle bir şey yok ve hiç olmadı. Bu açıktır. Biz uluslararası toplumun tam anlamıyla ve sorumlu bir üyesiyiz. Birleşmiş Milletler üyesi olarak uluslararası ilişkilerdeki rolümüzü anlıyoruz ve uluslararası hukuka saygı gösteriyoruz” diyordu.
Uluslararası hukuka saygı gösteren sorumlu bir Birleşmiş Milletler üyesi olmakla toprak talebi arasında kurulan zıtlık anlamsızdır. Ayrıca Ermenistan devleti, açıklamalarına karşın, tek başına hareket etmektedir ve Taşnak Partisi’ni tazminat konusunda diasporaya açılmak için kullanmaktadır. Blöf tekniğini kullanarak zaman zaman sert çıkmakta ama stratejik ve hakim müttefiği Rusya’nın himayesinde Türkiye ile doğrudan müzakere edebilmeyi hayal etmektedir.
Bu tercihlerden hiçbirinin diğerini dışlamadığını ve tamamlayıcı oldukları gözlemlenebilir. Ancak bu girişimleri başlatan kişilerin bunun farkına varmaları ve çözümü ellerinde tuttuklarını ya da tek başına başaracaklarını düşünmekten vazgeçmeleri gerekmektedir. Ayrıca bu durum Ermenistan ve diaspora siyasi güçlerinin ortak bir strateji yürütmedeki eksikliğini de ortaya koymaktadır. Erivan’da olağanüstü bir Pan-Ermeni toplantısı düzenlenerek konunun unsurlarını ele alacak her disiplinden uzmanlar ekibiyle genel mecliste dışarıya kapalı bir şekilde tartışılmak gerekmektedir.
III- Dağınık stratejiler, sorgulanabilir hukuki temeller ve siyasi hayaller
Taleplerin ifadesinde aşırılığa yol açan Taşnak Partisi ve Ermenistan hükümetinin ittifakı
Taşnaksutyun diye bilinen Ermeni Devrimci Federasyonu Partisi (Taşnak Partisi) tazminat meselesine dair hukuki incelemeler konusunda aktif davrandı, bu da bu konudaki düşünce ve girişimlerinin ciddiyetini göstermektedir. AGRSG’nin Mart 2015’te yayınlanan raporunu ve AGIR (Armenian Genocide International Reparation) Grubu’nun uluslararası hukuk uzmanlarına hazırlattığı, ancak gizli kalan raporunu bu çalışmalara örnek verebiliriz. Taşnak Partisi AGIR Grubu raporunu kendi birimlerine ya da Armenian National Comitee (ANC)’ye iletmedi, sadece Ermenistan hükümeti ve Anayasa Mahkemesi’ne ulaştırdı. Ancak Taşnak Partisi’nin kendisinin de ısrarla belirttiği gibi bu çalışmalar sadece danışmanlık çerçevesinde yapılmıştır ve kendi düşüncesini mutlaka yansıtmayabilir.
Taşnak Partisi aynı zamanda Ermenistan devletinin 29 Ocak 2015 Yüzüncü Yıl bildirisinin yazımında da başlıca partneridir. Taşnak Partisi 26 Ocak 2015’teki genel kurulları öncesinde bir duyuru yayınlamıştı.
Yüzüncü yıl Pan-Ermeni bildirisinde iki paragraf tazminat konusuna eğilmektedir. Birincisi Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınmasının ve kınanmasının iki halk arasında tarihi bir barışma için başlangıç noktası olacağının umut edildiğini ifade etmektedir. İkincisi 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşması ve 22 Kasım 1920’de ABD Başkanı Wilson tarafından yapılan hakemliğin Ermeni soykırımının sonuçlarını tazmin etmek için dikkate alınması gereken araçlar olduğuna dairdir. Bildirinin 6. maddesi stratejiyi özetliyor : Ermeni soykırımının dünya çapında tanınması ve sonuçlarının ortadan kaldırılması yönündeki Ermenistan ve Ermeni halkının birleşik iradesi, bu amaçla bireysel ve kolektif hakların iadesi ile Pan-Ermeni ve meşru çıkarlara dair sürecinin başlatılması için çıkış noktası olacak hukuki talepler dosyasının hazırlanması.
Taşnak Partisi Bildirisi özü itibariyle farklıdır. Ermeni soykırımının tanınması ve telafi talepleri için Pan-Ermeni düzeyinde koordine bir planın devamını destekliyorsa da çok doğrudan bir şekilde stratejik bir hedef belirliyor, toprak talebine odaklanıyor. Bu talepler yeni değil ama birincil hedef haline getirilmesi harekete geçecek bir Pan-Ermeni platformunun kurulmasını zorlaştırıyor. Oysa Taşnak Partisi diasporada Ermeni davasının vazgeçilmez aktörlerindendir. Diğer diaspora örgütleri Ermenistan devlerini kararlarında ya da pasif kalışında takip ederler.
Şartlı bir geçiş süreci adaleti önerisi
Armenian Genocide Reparations Study Group (AGRSG) nötr bir çıkış teorisi ile bir geçiş süreci adaleti yolunu öneriyor. Henri Thériault liderliğinde Amerika’da kurulan bu grup üç yazarı bir araya getiriyor : Ara Papian (Wilson hakemliği tezini savunan Ermeni eski diplomat), Jermaine McCalpin (siyasi felsefeci, geçiş süreci adaleti uzmanı, Güney Amerika ve kölelik dönemi manevi tazminatları konusunda deneyimli) ve Alfred de Zayas (tek hukukçu). 2010’nun son üç ayında bir ön rapor yayınladılar. Mart 2015’te yayınlanan ve ilk rapora göre daha ılımlı olan son raporda grup soykırım tazminatı taleplerinin, özellikle de toprak iadesine dair olanların, sonuca ulaşması çok zor ve mevcut koşullarda uygulanması imkansızdır. Ancak belirli bir dönemde gerçekçi değil ve başarıya ulaşması imkansız diye nitelenen önerilen daha sonra meydana gelen önemli bağlam değişiklikleri sonrasında yanlış tanımlandıklarına dair tarihte pek çok örnek olduğunu da belirtiyor. Grup hukuk ve etiğin gelişimi, çok uzak bir zamanda dahi, desteklediğine göre bir değişimin her zaman mümkün olduğu fikrine katılıyor. Bu fikir her zaman Taşnak Partisi’nin söylemi oldu. Bölgedeki siyasi ve askeri gündem onlara anlık olarak hak veriyor.
Hukuki olarak grup çok daha şüpheli ve polemik yaratacak şeyler ifade ediyor. 1948’de imzalanan Soykırımın önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesinin Ermeni soykırımına uygulanabileceğini iddia ediyor. Hatırlatalım, Uluslararası adalet divanı bu fikre karşı çıkan bir karar verdi (Soykırımın önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesinin uygulanması, Hırvatistan vs Sırbıstan – 3 Şubat 2015 kararı). 2007’de Bosna Karadağ-Sırbistan kararında mahkeme soykırım olarak nitelendirilecek olaylara dair çok kısıtlayıcı kuralları sıralamıştı. Kararın 95. paragrafı sözleşmenin geriye dönük işleyemeyeceği konusunda açıktır. Özellikle de soykırımın önlenmesi zorunluluğu konusunda, ki bu yaklaşıma uluslararası hukuk teamüllerinde bulunabilecek zorunluluklar dahildir : “Mahkeme bir devletin bir fiili sözleşmeden kaynaklanan şekilde engelleme yükümlülüğü bu yükümlülüğün o devlete karşı uygulanabilir olma tarihinden önceki olaylara uygulanamaz. Daha önce gerçekleşmiş olan olayların engellenmesi mümkün değildir. Sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerin geriye dönük uygulanmasına karşı sözleşmeler hukukuna dair Viyana sözleşmesinin 28. Maddesinin ifade ettiği mantık ve varsayım açıkça soykırımı engelleme yükümlülüğü soykırım sözleşmesinin söz konusu devlet için yürürlüğe girme tarihinden sonra işlenen fiiller için geçerli olduğunu belirtir. Bu sözleşmenin kendisinde ya da hazırlık çalışmalarında başka bir sonuç önerilmez, sözleşmenin uluslararası hukuk teamüllerinde önceden bulunan yükümlülüklerini teyid etmesi de bunu değiştirmez. Soykırım fiillerinin işlendiği tarihte sözleşmeye taraf olmayan devlet uluslararası hukuk teamüllerinin gerektirdiği gibi bu fiilleri önleme yükümlülüğünü ihlal etmiş olabilir ama daha sonra sözleşmeye taraf olması sözleşmeden kaynaklanan bu fiilleri önleme yükümlülüğüne onu tabi kılmaz”.
Grup aynı zamanda Sevr anlaşmasının geçersiz olmasından bağımsız olarak (Grup raporun ilk versiyonunda geçerliliğini iddia etmekteydi) Wilson hakemliğinin geçerli olabileceğini savunmaktadır. Şu şekilde gerekçelerini sıralıyorlar : sözleşme yürürlüğe girmesi için imzalayan devletlerin onaylamasını öngörmekte ise de (ki bu gerçekleşmedi), hakemlik kuralları başkadır. Hakemlik yapıldıktan ve taraflar tarafından kabul edildikten sonra, meseleye dair başka araçlar, örneğin bir sözleşme, yürürlüğe girse ya da girmese de, karar ilgili taraflar için bağlayıcı olur. Hakemlik kararının hukuki açıdan geçerli ve bağlayıcı olması için dört kriteri yerine getirmesi şartı vardır ve Grup bu meselede bu koşulların yerine getirildiğini ifade etmektedir. Bu teze göre Grup Sevr anlaşmasının onaylanmamasından bağımsız olarak Wilson hakemliğinin verdiği Ermenistan Cumhuriyeti’ne (1918-1920) toprak iadesi kararının bu tarihte bağlayıcı olduğu sonucuna varmaktadır. Bu tez oldukça zayıftır çünkü hakemliğe dair uluslararası hukukun temel bir kuralı ile karşı çıkılabilir : uzlaşma yokluğunda hiçbir hakemlik mümkün olmaz. Oysa söz konusu uzlaşma Grubun geçersiz olduğunu kabul ettiği Sevr anlaşmasıydı.
AGRSG tarafından sorulan ve cevaplanan pek çok soru dışında stratejilerinin merkezinde ad hoc bir geçiş süreci adaleti mekanizması oluşturma yatıyor. Bu mekanizmaya AGTRC (Armenian Genocide Truth and Rectification Commission) ismini veriyorlar. Bu bir hakikat ve tazminat komisyonu ve temelinde Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanımış olduğu önermesi var. Bu da bizi başta tasvir ettiğimiz siyasi çıkmaza geri götürüyor.
2015 Kolektifi : orijinal, temel olarak siyasi, ancak Türkiye için tehlikeli bir şekilde çekici bir yaklaşım
Bu örgütlenme (Fransa merkezli ve Terre et Culture uluslararası örgütler birliği üyesi) 13 Nisan 2015’te Tazminat talebi ve Ulusal mülkler ve başka Ermeni yapılarının iadesi talebi bildirisini yayınladı. Bu bildiriyle Türkiye Cumhuriyeti’ni Ermenilerden gasp edilen tüm mülkleri iade etmeye davet ediyor. Bu mülkler manastırlar, kiliseler, şapeller, mezarlıklar, hastaneler, okullar ve başka toplumsal binalar, onların müştemilatları, arazileri, koruları ve başka mülkiyetlerini içeriyor. “Bu mülklerin muhafaza amaçlı ya da doğrudan iadesi, Hukuki statüsü genişletilecek ve kesinliğe kavuşturulacak İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne ya da onun öncülüğünde ad hoc kurulacak vakıflara yapılmalıdır”.
Bu siyasi niyet bildirimi iki yorumu hatırlatıyor : öncelikle Anadolu’daki cemaat ve dini kurumlarının çoğu Kudüs Ermeni Patrikhanesi’ne bağlıydı. Bu kurum hala bu mülklerin tapusunu elinde bulunduruyor. Başka kurumlar, ki sayıları azdı (Kars ve Ardahan’dakiler) yine tapuları elinde bulunduran Eçmiyadzin’e bağlıydı. Son olarak Kilikya’daki Sis Katolikosluğu (günümüzde Kozan) var, Antelias tarafından talepte bulunuldu. Burada bu önerinin gerçek sahiplerin haklarını hiçe sayarak ve onların önceden onayını almadan nasıl gerçekleşebileceğini anlamak gerek. İkinci olarak, geçmiş bu konuda çok sayıda kanıta sahip, İstanbul Ermeni Patrikhanesi Ermeni toplumunun çıkarlarını savunmakta hep en zayıf nokta oldu. Hrant Dink sonrası yeni kuşak bu şemayı biraz değiştirse de Türk hükümetinin Ermeni toplumu üzerindeki kontrolü bu kurumda en güçlü şekilde ifadesini buldu. İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin hala hukuki statüsünün olmadığını ve yetkilerini güçlendirmekten bahsetmeden önce herhangi bir yetkiye sahip olması gerektiğini hatırlatmak gerek (Ermeni Katolik Patrikhanesi 2015’te bir statü kazandı).
Bu öneri orjinaldir ve bazı yönleriyle pragmatiktir ama diğer açılardan tehlikelidir. Türk hükümeti Diyanet aracılığıyla doğrudan kontrolünde olacak bir dini kuruma (Patrikhane) ya da derneğe Ermeni mülklerinin iadesine iyi gözle bakabilir.
Kolektif daha sonra iade ya da tazminat mekanizmasını detaylandırıyor. Kolektifin hiçbir toprak talebinde bulunmadığını ama Ermeni toplumunun siyasi haklarının, tarihsel ve maddi mirasının iadesini istediğini belirtmek gerek. Ayrıca Ermeni halkının tamamının kendi vatanının toprakları üzerinde katledildiğini, bu milletin, özellikle de 1863 Anayasasından kaynaklanan çiğnenen ve inkar edilen haklarının olduğunu ifade ediyor. Bu milletin vatanını gasp ederek Osmanlı İmparatorluğu siyasi bir suç işlemiştir.
Bu son ifade iki yorumu beraberinde getiriyor : öncelikle Kolektif soykırımın tanınmasına vurgu yapan başka örgütlerden ve Ermenistan devletinden ayrılıyor. Bu yönde hiçbir önkoşul bildiride yer almıyor. İkinci olarak her ne kadar orijinal ve, özellikle 1863 anayasası açısından Ermeni milletinin hakları konusunda, hukuki olarak incelenmeye değer olsa da, siyasi suç kavramı çekimser bırakıyor çünkü hiçbir uluslararası hukuk aracında yer almamaktadır.
Katolikos Aram I’in siyaseti : örnek bir girişim ama anlaşılmaz bir süreç
Kilikya Katolikosluğu Ermeni dini mülkiyet mirasının iadesi konusunda, siyasi ve operasyonel açıdan çok aktif. Aram I 2012’de Lübnan’da her disiplinden uzmanların, tarihçilerin ve hukukçuların katılımıyla, soykırım tazminatlarına bağlı ek hukuki meselelerin ihmal etmeden, dini mülkiyetlerin iadesini talep etmek için farklı seçenekleri tartışmak üzere bir konferans düzenledi.
Katolikos Aram I Ermeni yöneticilerinin bu konuda bir girişimini beklemekten yorularak, günümüzde Adana’nın Kozan ilçesinde bulunan Sis Katolikosluğu’nun merkezinin iadesini talep etmek için medyatik çabaların eşlik ettiği siyasi ve hukuki bir süreç başlattı. Tarihçi ve hukukçulardan oluşan bir ekiple birlikte Türkiye Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaya karar verdi. Bu adımı toplantının bir sonucu olarak görüyor ve uzmanlar ekibinin başvurunun süreç boyunca karşılaşabileceği tüm engelleri değerlendirdiğini ve amacının en kısa sürede AİHM’e başvurmak ve Kiliselere ait mülklerin iadesi için hukuki bir örnek oluşturmak olduğunu ifade ediyor. Kilisenin ve manastırın iadesi için yapılan başvuru iki hukuk aracına dayanıyor : birincisi “emlak-ı metruke”ye dair Osmanlı hukuku ve bu mülklerin korunması ile içerdiği savaş sonrasında meşru sahiplerine iadesi yükümlülüğüne, ikincisi ise Lozan anlaşmasından, özellikle de 38. maddesinden kaynaklanan bir ibadet hakkının bu yerlere ait olduğuna dayanıyor.
Katolikos’un bu girişimi, dimanik getirdiği ve izlenecek bir örnek oluşturduğu için Pan-Ermeni siyasi düzleminde iyi karşılansa da süreçsel anlamda şüphe bırakıyor çünkü seçilen süreç istenen amaca, yani AİHM’e başvurmaya ters düşüyor. Siyasi bir mucize olması haricinde Türkiye Anayasa Mahkemesi’nindaha alt düzeydeki mahkemelerde bir dava görülmeden, bu başvuruyu kabul etmesi için hiçbir sebebi yok. Bu da başvuranı birinci aşamadaki bir mahkeme nezdinde tüm sürece sıfırdan başlamak zorunda bırakır. AİHM’e başvuru yapılırsa da aynı sebepten reddedilir ve başvurusu kabul edilmez. Sadece Türkiye’de iç hukuk yollarının tüketilmesi Strasbourg mahkemesine erişim hakkı sağlar. Bu kurala ancak uç ve çok iyi tanımlanmış vakalarda istisna tanınabilir. Katolikosluğun bu prosedürden muaf tutulmak için ileri sürdüğü sebepler çok kırılgan görünüyor çünkü Türkiye mahkemeleri kısa süre önce tam da bu bireysel talepler çerçevesinde kadastro idaresi ve arşivlere erişimi reddetmesi duvarında bir delik açtılar.
Hukuki ve siyasi strateji olarak dini mülklerin iadesini talep etmek için soykırıma hiçbir referansta bulunulmadığını not etmek ilginçtir. Talep siyasallaştırılmamıştır. Türkiye mahkemelerinde bireysel başvurular yapanlar avukatlarının izlediği yol da budur.
Bireysel talepler : ABD’de kapanan kapılar ve Türkiye’de duvarda açılan delikler
İlk bireysel ya da grup başvuruları ABD yargısı nezdinde yapıldı. Herkes sigorta şirketleri ve başvuranlar arasında müzakere edilen hakemliklerle sonuçlanan New York Life Insurance ve Axa Insurance davalarını hatırlar. Bu davalar Türkiye devletinin sorumluluğunu doğrudan sorgulamıyordu.
Başka davalar, özellikle de Kaliforniya eyaletinin soykırımı tanımasına dayanan Harry Arzoumanian ve diğerleri - Munchener Ruckversicherungs AG (Alman sigorta şirketi) davasında Amerikan federal yargısı tarafından prosedürün engellediği görüldü. 9. Temyiz Mahkemesinin ABD Yüksek mahkemesi tarafından Mayıs 2013’te onaylanan kararı başvuranların lehine Kaliforniya mahkemelerinde verilecek bir kararın ABD’nin dış politikası ve Türkiye ile diplomatik ilişkilerini etkileme potansiyeli olduğunu ve ABD yürütmesinin bu davada önceliğinin temeli olduğunu ifade eder. Amerikan Yüksek mahkemesi ABD’de soykırımı tanıma kanun ve kararları yürürlüğe koyan eyalet ve yerel yönetimlere dair kısa bir sonuç yazısı kaleme almıştır. Bu tanıma metinlerinin sadece bildiriye dayalı ya da anma amaçlı olduklarını ve Kaliforniya yargısının bu metinlerden yabancı topraklarda yüzyıl kadar önce gerçekleşmiş böylesine anlam yüklü siyasi olaylara dair haklar tayin ederek yetkisini aştığını ifade etmiştir.
Yüksek mahkemenin vardığı sonucun ışığında soykırım kelimesinin kullanımının ve ABD Başkanı tarafından resmi tanımanın sahip olduğu önemi daha iyi anlıyoruz. Amerikan hükümetinin doktrini ve kullandığı kelimelerin değişimi kolektif eylemlere ve önemli tazminat ve telafi taleplerine yolu açacaktır.
Daha yakın zamandaki bireysel girişimler Türkiye’de yapılmıştır. İzlenmesi gereken ilginç davalar iç yargı nezdinde yer almaktadır. Davacılar mülk tapularını ellerinde bulundurmaktadır, ancak soykırımdan hayatta kalan Ermenilerin torunlarının çok büyük kısmının durumu bu değildir. Zvart Sudjian (Diyarbakır bölgesinde mülk tapularını elinde bulunduran Amerikan vatandaşı) İstanbullu bir avukat bürosu tarafından temsil edilmekte ve savunulmaktadır. Bu taleplerin temelleri gasp edilen mülklerin iadesi ya da tazmini istekleridir. Hukuk araçları mülkiyet hakkı, kadastro arşivine erişim ve Türkiye devleti’nin mülk alım-satımında ya da devletin eline geçen mülklerde gerçek sahiplerini kontrol etme imkanına dairdir.
Bu Sudjian davasındaki ilk sıçrama Temyiz mahkemesinde tamamen prosedüre dair bir yönle yaşandı. Mahkeme devletin (kadastro idaresinin) 1967’de Diyarbakır Havalimanı’na tahsis edilen arazinin sahiplerini bulmak için tüm araştırmaları ve girişimleri yapmadığını kabul etti. Prosedür engeli böylece kalkınca dava mahkemeye esastan incelenmesi için gönderildi.
Orada da davanın avukatları siyasallaştırma olmaması konusunda ısrarcı oldular. Başvuruda soykırım komisyonu ve Türkiye devletinin sorumluluğuna dair hiçbir açık ve doğrudan argüman yer almadı. Sis Katolikosluğu’nun davasında olduğu gibi amaç Türkiye yargısında sonuç elde edilemezse AİHM’e gitmekti. Bu davadan farkı ise seçilen prosedürün iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralına uygun olmasıydı.
Sonuç
Farklı tezlerin bu sunumu büyük ihtimalle listenin tamamını içermemektedir çünkü çok sayıda bilinen ya da bilinmeyen bireysel ya da kolektif girişim hazırlanmaktadır. Ama bu örnekler aracılığıyla ortak bir Pan-Ermeni bir stratejinin ortaya konmasının ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz.
Türkiye mahkemeleri nezdinde yapılan özel mülklerin iadesi ya da tazmini yönündeki bireysel, kolektif ya da kurumsal girişimleri sadece cesaretlendirebiliriz. Hatta stratejik hedef mahkemeleri bu yönde taleplere boğmaktır. Topluma ait mülklerin iadesi talepleri ise başka bir özellik arz etmektedir ve sadece tek bir örgütün girişimi olamaz.
Ancak Osmanlı Ermenilerine karşı işlenen kitlesel suçlar için maddi ve manevi tazminata dair kolektif hakları korumak için hukuki risklere hakim olmak gerekir. Bireysel ve kolektif çıkarların arasındaki sınırı belirlemenin zor olduğu dağınık stratejilerde en yüksek düzeyde dikkat gereklidir. Bu amaçla soykırımın ve Türkiye devletinin sorumluluğunun altının çizilmesiyle ilgili yapılmaması gereken hatalara dair muhtemel davacılara danışmanlık verebilecek onaylanmış bir uzmanlar merkezini kurmak aciliyet arz etmektedir.
Ermenistan devletinin bu perspektifteki tutumu önemlidir : bu mücadeleye doğrudan girmek istemiyorsa da prensibini desteklemelidir. Bugün itibariyle politik, ekonomik ve sosyal başka problemlerle uğraşan Ermenistan bu girişimlere dahil olmak niyetinde değildir ve diasporayla işbirliği yapmamaktadır. Tek muhatabı Taşnak Partisi’dir, oysa ülkenin tüm siyasi güçleri bu tartışmaya dahil edilmelidir. Tazminatların bu ülkenin ekonomik ve siyasi sürdürülebilirlik anlamında geleceğine büyük etkileri olabilir.
Diaspora Ermenilerinin çoğunun onlarla arasına koyduğu mesafeye ve sessizliğe bürünmelerine rağmen kendilerini toplumun lideri ya da temsilcisi ilan eden diaspora örgütleri ise çifte bir devrim gerçekleştirmeliler. Bir yandan temsil yapılarını demokratikleştirmek ve yalan söylemeyi bırakmak, öte yandan ise taleplerinin dogmatik yönleri hakkında düşünmek durumundadırlar. Bireysel talepler devam edecektir ve yukarıda belirtilen koşullar sağlandığı ölçüde bu iyi bir şeydir. Ama kolektif olarak diasporanın amacı nedir : soykırım kelimesi ve etrafındaki sembolik anlam üzerine bu mevzi mücadelesine devam mı edecek yoksa işlenen suçların tazmini ve adaleti Ermenistan’ı da dahil ederek sağlayarak tarihin bu karanlık sayfasını çevirecek mi ? Herkes tarafından ihmal edilen zaman parametresi tazminat konusuna tehlikeli bir biçimde damgasını vurmaktadır ve stratejik düşüncede dikkate alınmazsa adalet talepleri esnasında ortaya çıkacaktır.