Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış Ermeni soykırımı kurbanlarının torunları için nasıl bir adalet ? Cengiz Aktar |
Cengiz Aktar
Siyaset Bilimi profesörü, Hrant Dink Vakfı yönetim kurulu üyesi ve Taraf gazetesinde köşe yazarı. |
Ermeni soykırımının kurbanlarının torunları için nasıl bir adalet tesis edilebileceğinin konuşulması gerekiyor.Ermeni soykırımı, Anadolu’nun Büyük Felâketi bu topraklardaki tabuların anasıdır. Konuşulmadığı, bilinmediği, idrak edilmediği, yüzleşilmediği, hesaplaşılmadığı sürece lâneti üzerimizde olmayı sürdürecektir. Yüzüncü yıldönümü ezberleri bozabilmek, ötekini duyabilmek, anlayabilmek ve böylece toplu tedaviye başlayabilmek için tarihî bir vesile oysa.
Bu vesileyle Ermeni soykırımı kurbanlarının torunları için nasıl bir adalet tesis edilebileceğini konuşmalıyız. Bu meselenin devletin ve bireylerin yapabilecekleri olmak üzere iki farklı boyutu var. Her ne kadar her ikisi de soykırımda rol almış olsalar da yapabilecekleri ve bugün itibariyle geldikleri yerler çok farklı.
Devlet tarafında, tuttuğu siperin ne pahasına olursa olsun savunulması gibi bir yaklaşım var. Toplum öyle değil. Toplum soykırım konusunda belki çok az şey biliyor ama bir bilgi açlığı ve merakı içinde. Dolayısıyla Türkiye'de son 10-15 yıldır iki farklı süreç işliyor. Tabii şu soru baki: toplumda cereyan eden hafıza çalışmaları Ermenilerin beklentilerini ne kadar karşılar, yüzyıl geçtikten sonra? Böyle küçük adımlar, irili ufaklı girişimler, her ne kadar Türkiye açısından çok anlamlı olsa da, Ermeniler açısından olmayabilir. "Bir yüzyıl daha mı bekleyeceğiz toplumun yaptığı çalışmaların günün birinde devleti etkileyebilmesi için?" sorusu meşrudur. Bu endişe son derece anlaşılır, ancak Türkiye’deki durum maalesef böyle.
Bu süreci hızlandırmanın yolları var, ama bu meselede yapısal olarak bir heyula mevcut. O da bu işin baş faili olan devlet. Osmanlı İmparatorluğu devleti ile Türkiye Cumhuriyeti devleti arasında bir devamlılık var. Sanıldığı gibi iş 1923'te bitmiyor. Cumhuriyet’ten sonra “beyaz soykırım” denilen soft bir kırım, bir etnik temizlik uygulanmaya devam ediyor.
Dolayısıyla burada baş aktör ve Ermenilerin talepleri açısından baş muhatap, devlettir. Devlet kendi işlediği bir suçu kabul etmek durumundadır. Sevr Antlaşması sonrasında kabul etmiş gibi görünen, fakat 1923 Lozan Antlaşmasıyla verdiği bütün taahhütleri çöpe atan bir devlet var karşımızda. Alman devleti gibi değil, savaşta yenilmemiş. Ve temel sorun bu. Böyle bir devletin suçunu kabul etmesini beklemek abestir. O yüzden toplum seviyesinde yapılan hafıza çalışmaları, çok uzun erimli olsalar da, çok sağlıklı, değerli ve kalıcıdır.
Bütün bu imkânsızlıklar çerçevesinde ve toplum seviyesinde yürüyen dinamik göz önünde bulundurulduğunda, bu konuda neler yapılabilir? Biliyoruz ki 3 T “tanıma, tazminat, toprak” dile getiriliyor. Bu üçünü birlikte okumak önemli, ama birbirinden doğan veya biri diğerinin türevi olarak gelişen kavramlar olmadığını not etmek gerek.
3 T çerçevesinde en uç talepler toprakla ilgili olarak Taşnaksutyun'dan geliyor. Bu tür talepler Türkiye bağlamında gerçekçi değil. Ayrıca o topraklarda Kuzey Kürdistan ile bir mükerrerlik var; bunu unutmamak lazım. Toprak meselesini bir kenara koyalım ve tanıma-tazminat ilişkisine bakalım.
Tanıma-tazminat ilişkisine dair şöyle bir önkabul var: soykırım tanınmadan soykırım kurbanlarının torunlarının parasal anlamda tazmin edilmesi mümkün değildir. Ben, ABD’deki bir takım hukuki kısıtlar dışında bu ilişkiyi anlamış değilim. Bir devlet, tamamen gayrikanuni yollarla ve bir takım hukuki dalaverelerle nüfustan sildiği, geri gelmesini engellediği ve malını gasp ettiği vatandaşlarını, başlarına gelen soykırım ya da başka bir durumla ilgili olsa da isterse tazmin edebilir. “Bunlar benim vatandaşlarım ya da halefi olduğum devletin vatandaşlarıydı, yanlış davranıldı ve ben onları tazmin ediyorum” diyebilir. Tazmin edilen duruma sebep olan hadisenin adının soykırım olarak konulması şartı yok. Dolayısıyla bunu soykırımın tanınmasına bağlamak doğru değil. Yine bu bağlamda 1894-96 kıyımlarıyla başlamış toprak müsadereleri var. Özellikle “vilayet-i sitte”de bu topraklar ya hazine toprağı haline geliyor ya da dağıtılıyor ve bireyler el koyuyor. Bu konuda adım atabilmek için soykırıma soykırım demek şart değil. Süryaniler de Ermenilerle birlikte katledildiler, 2007’de bir Kürt vatandaş üstüne Süryanilerden haksızca geçmiş toprağı geri verirken "Bunun adı soykırım değil, ben geri vermiyorum" demedi. Bu anlamlı bir emsaldir. Belki başka örnekler var, bilmiyoruz. Dolayıyla burada çok temel bir “iyi niyet” sorunu var.
Devletin denetimindeki mülklerin iadesiyle başlanabilir
Tazminatın pek farklı yol ve biçimleri var. Kişi veya grup haklarının tazminatı olarak tecelli edebilir. Tazminatın iki temel muhatabı var. Birincisi devlet. Osmanlı’daki tanımıyla "Ermeni milleti”ne ait olan ve Patrikhane’nin denetiminde bulunan Anadolu'daki kilise, manastır ve okullar müsadere edilmiş. Bu mülklerin kimisi hala devletin kontrolünde, kimisi dağıtılmış vaziyette. Üçüncü şahıslara dağıtılmış olan malların tazmin edilmesi veya geri verilmesi mümkündür. Devletin mülk iadesi ne kadar gerçekleşebilir bugün durduğumuz noktada? Türkiye'de askeriyenin kontrolünde olan ve kullanmadığı kiliseler, manastırlar var. Bu durumun tırnak içerisinde tek “iyi tarafı” askeriyenin mülkiyetinde oldukları için bu yapıların yıkılmamış olmalarıdır. Artık kiliseleri depo olarak kullanma uygulaması kabul edilemez. Bu mülklerin geri verilmesiyle başlanabilir, olmayacak bir şey hiç değil. Askeriye bu yapılardan bazılarını depo olarak kullanıyorsa TOKİ betonarme başka binalar inşa edebilir. Kiliselerin iadesi Lübnan Antelias’a gitmiş bulunan Ermeni Sis Katolikosluğu'nun taleplerinden bir tanesidir aynı zamanda. Bu çerçevede daha kapsamlı girişimler de var. Anadolu'da 1915'teki büyük yapılar, kiliseler, manastırlar, okullar, hastaneler, fakirhaneler kaç taneydi, ne durumdaydı, bunun dökümünün çıkarılmasına dair Hrant Dink Vakfı'nın çalışmaları var. Yine Hrant Dink Vakfı 20-21 Kasım 2015’te Ermeniler ve diğer Gayrimüslimler sonrası Anadolu'nun başına, ağırlıklı olarak iktisaden neler geldiğini konu alan bir konferans düzenliyor. Benim “Ermeni soykırımı Anadolu'nun büyük felaketidir” dediğim gerçeğin detaylandırılmasını ve iki gün boyunca işlenmesini amaçlayan bir çalışma bu.
Bir de can kayıpları dâhil, yaşanan tüm maddi-manevi kayıpların tazminatı söz konusu olabilir. Orada çok önemli bir emsal var: Almanya ve Yahudiler. Yol yordam belli, bunun teknikleri var, nasıl hesaplanacağı belli. Bir de hala çözülmemiş bir hayat sigortası sorunu var. Hayat sigortasını sonuçta sigorta şirketleri ödeyecek. Türkiye'nin “aman soykırım tanınacak” diye bu işi bloke etmesi absürttür. Tazminat için soykırımı tanımanın gerekli olmadığını her daim hatırlamak gerekiyor.
İkinci muhatap bireylerdir. Bu mülkleri elinde bulunduran bireyler kâh devletten satın almışlar kâh devlet onlara vermiş, kâh kendileri gidip el koymuş. Burada da iki farklı boyut var. Devletin bireylere dağıttıkları yukarıda belirttiğim gibi tazmin edilebilir. Yukarıda andığım Süryani komşusuna toprağı geri veren Kürt gibi kendi girişimiyle el koyduğu mallarda bireyler kendilerinden adım atabilirler. Bu olmayacak bir şey değil. Kürdistan'daki yüzleşme cesareti bunu kolaylaştırabilir. Aynı şekilde devletten elde ettikleri malların geri verilmesi Kürdistan'da gündeme gelebilir. Bu konuda Kürtlerin önemli ve değerli bir muhatap olduğunu düşünüyorum.
Meselenin diğer tarafında bulunan Ermenilerin ise bireysel olarak veya Batı Ermenileri Federasyonu gibi bu amaca odaklanmış kuruluşlar vasıtasıyla ellerindeki tapularla mal mülk tazminatı davaları açtıklarını biliyoruz. Bu davalar artık mahkemelerde kabul görüyor ve çığ gibi büyüyecekler.
Bugün için yapılabilecek şeyler var
1894-96 ve 1915 bağlantılı sorunlara nezaret etmenin dışında bugün için de yapılabilecek şeyler var. O dönemde vatanlarından kaçmak zorunda kalmış, kovulmuş ve şu sırada yaşamları yine çok zor hale gelmiş olan Suriye ve Irak Ermenileri var. Bunlara Türkiye kucak açabilir. Bu da bir tazminattır, bir nevi özürdür. Maalesef, Türkiye'nin son 3,5 yıldır uyguladığı ve sadece Sünni Araplara açık olan sözüm ona mülteci politikasında Ermenilere, Ezidilere ve Kürtlere yer yok. Ermeniler bazan Türkiye üzerinden Ermenistan'a gidiyorlar. Bir-iki Ermeni aile var bildiğimiz kadarıyla, onlara da Kilise bakıyor. Süryanilerle de aynı şekilde, Midyat'taki Süryani Kilisesi ilgileniyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bu devletin ayıbıdır.
Başka bir konu, eşit vatandaşlık meselesidir. Türkiye’deki Ermeniler vatandaş ama eşit değil. Bu meseleyi çözmek tazminatın kanaatimce bir parçasıdır. Kapalı Ermenistan sınırının açılması da bu konuya dâhildir. Sınırın açılmasına sadece “ticaret yeniden başlayacak ve para kazanacağız” diye bakmamak gerekiyor. Çünkü sınırın açılması aynı zamanda kökleri Türkiye tarafındaki bölgelerde bulunan Ermenistanlıların atalarının topraklarına gidebilmeleri, oradaki insanlarla kaynaşabilmeleri anlamına geliyor. Bu hususta da bir nevi sembolik tazminattan bahsetmek mümkündür.
1915 sonrası kaybedilmiş vatandaşlığın isteyen kişilere soy üzerinden geri verilmesi de tazminat biçimlerinden biri olabilir. Atılabilecek benzer bir adım daha yakın zamanda 80 darbesi sonrasında keyfi kararlarla vatandaşlıktan çıkarılmış Gayrimüslimlere yöneliktir. 1980'de darbe sonrası bir uygulama olarak bu kişiler aynı zamanda başka bir ülkenin vatandaşı iseler otomatik olarak Türk vatandaşlığından atıldılar. 1915'e oranla daha kolay çözülebilecek bir sorundur bu.
Bütün bunlardan belki daha zor atılabilecek bir adım bugüne kadar utanmazca onore edilmiş tüm soykırım sorumlularının artık teşhir edilip kınanması mevzusudur. Bu da tazminatın manevi boyutudur. Dünyanın çeşitli yerlerinde rastladığım yaşlı Ermeniler bana hep şunu söylerler: “Biz artık ölüyoruz, bir özür cümlesi yeter bize. Kardeşlerimizin, ana-babalarımızın ruhlarının azabını ve kendi çektiğimiz acıları dindirmek için” derlerdi. Ama bunu yapmıyor Türkiye. 23 Nisan 2014'te son derece sınırlı, “hiç yoktan iyidir” denilen, ama sorumluların bulunmadığı, sanki Marslılar gelmiş soykırım yapmış havasında bir metin yayınlandı. Sorumluları teşhir edene kadar en azından onları onore etmemek gerekiyor. Türkiye'de onlarca Enver Paşa Caddesi, Talat Paşa Bulvarı var. Bunlara başka isimler verilmesi, İstanbul Kurtuluş mahallesindeki isimlerin baştan aşağı değiştirilmesi gibi sembolik adımlar faydalı olacaktır. Çünkü Türkiye'de devlet 1915'ten bu yana yaraya tuz basıyor. Ders kitapları da aynı şekilde. Bu işin yarasını kadar tuz boyutunu da ortadan kaldırmak gerekiyor. İşlenmiş muazzam bir cürmü tersine çevirerek, inkâr ederek, üzerine koskoca yalanlar inşa ederek yaratılmış korkunç bir masal var. Bu masalın, ezberin bozulması herhalde manevi tazminat anlamında, çok önemli bir işleve sahip olacaktır. Bunu devlet istese yapar. Bunun için soykırımın tanınmasına ihtiyaç yoktur. Bu sadece bir vicdan meselesidir.
Son olarak Tazminat deyince Türkiye'de oluşan bir korku var. Adeta “öcü” işlevi gören kelimelerden biri tazminat. “Nasıl, milyarlarca dolar mı ödeyeceğiz şimdi ?” tepkisine yol açıyor. Bunu da konuşabilmemiz lazım. Sonuç itibariyle yaşananlar muazzam bir gasp ve talandır. Sermaye Türkiye'de İttihat ve Terakki'den bu yana el değiştiriyor. 1800'lerin ortalarında başlamış, 1910'larda İttihat ve Terakki'yle çok hızlanmış, sonra bütün Cumhuriyet dönemi boyunca devam etmiş bir süreç söz konusu. Mübadele, Varlık Vergisi, 20 Kura askerlik, 1955, 1964’te yaşananlarla Ermenilerin ve Rumların Cumhuriyet dönemi boyunca Anadolu'dan kovulmaları ve kaçırılmaları ekonomik boyutu ve anlamı çok derin olan bir meseledir. Burada toplu tazminat konusunun konuşulması gerekiyor. Giderek zenginleşen ve zenginleşmekle övünen Türkiye'nin bundan kaçışı zor görünüyor.