Ermeni-Türk platformu

Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde

 

Türkiye’de Ermeni Soykırımının inkar safhaları

 
 
  Ermenistan'dan bakış

Türkiye’de Ermeni Soykırımının inkar safhaları

Lilit Gasparyan

 

 
Lilit Gasparyan

Ermenistan editörü

Lilit Gasparyan bu makalede inkar safhalarını ve Türk yetkililerin Ermeni Soykırımını inkar etme konusunda başvurdukları stratejilerin farklı dönemlerde uğradığı önemli değişiklikleri ve ilgili hususları ele alıyor. O dönemlerden dördünün altını çiziyor: 1920’ler – “Böyle bir şey asla olmadı’, 1960’lar – “Biz kimseyi katletmedik”, 1970’ler ve 80’ler - “İhanete uğradık”, 2000’ler – “Savaş koşulları”, “Adil hafıza”, “Ortak acı”. Lilit Gasparyan’a göre, Türk inkarcılığı her ne kadar da coğrafik, tarihsel ya da toplumsal açıdan değişikliklere uğramış olsa da, yüz yıldır aktif ya da pasif bir şekilde varlığını sürdürmeye hep devam etti. Türkiye’de mevcut inkarcı politikayı iki kelimeyle şöyle özetlenebilir ‘değişemeyen değişim’.

Soykırımın son safhası olan inkâr devam ettikçe soykırım yaşanmaya devam ederi. Bu sebeple, Türkiye her ne kadar kendini katliamlardan sorumlu tutmasa da, inkâr politikalarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayan soykırımı sürdürmüş oluyor.

Yüz yıl sonra geriye dönüp Türkiye’nin soykırımla ilgili siyasi tutumuna baktığımızda neredeyse hiçbir değişikliğin yaşanmadığını görüyoruz. İnkâr politikası şekil değiştirip farklı bir dil ve ton tuttursa da aslında içeriği aynı. Bazen açık seçik bazen örtük, inkâr her zaman var olageldi. Soykırımda yaşananları sıradan olaylarmış gibi aktaran ve Ermenileri ihanetle suçlayıp kendilerini kurban yerine koyan etkin bir inkâr söyleminin yanı sıra sessizliğini koruyup kör-sağır-dilsiz taklidi yapan edilgen bir söylem de oluştu.

Bu iki tür inkâr söyleminin de kökeni soykırım yıllarına dayanmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla beraber süreklilik kazandı. Türkiye’nin inkâr politikalarındaki değişimden bahsederken belli dönemlere göre konuşmak gerekir. 1920-30 arasında aktif bir inkâr yaşandı, keza Ermeni Davası bir sessizlik dönemindeydi ve tekrar ortaya çıkışı 1960’lara, Ermeni Soykırımı’nın ellinci yılına kadar sürdü. 1970 ve 80’lerde ASALA’nın (Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) yaptıklarıyla birlikte inkârın doğasında bir değişim yaşandı. “Biz soykırım yapmadık” söylemi yerini “Katledilen, ihanete uğrayan biziz, asıl kurban bizdik” söylemine bıraktı. 80’lerden sonraysa soykırımın inkârıyla beraber, genel anlamda Ermeni Soykırımı ancak ve ancak Diaspora soykırımın tanınmasına yönelik bir adım attığında Türkiye’nin ajandasına girebildi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara gelişiyle beraber bu konuyla ilgili değişimler yaşandı öyle ki, 2000’lerde ortaya konan inkâr söylemi belki de en ‘yumuşak’ ve hatta uluslararası toplumun sevebileceği kadar başarılı bir söylemdi. Bu yazı, inkâr söyleminin farklı aşamalarına değinmekle birlikte, soykırım konusunda Türkiye’nin bazı kayda değer ilerlemelerde bulunduğu yönündeki görüşlere karşı çıkarken, bahsedeceğimiz dönemlerde Türkiye’nin sergilediği tutuma ilişkin örneklere dayanarak, Türkiye’nin inkâr politikasındaki ‘değiştirilemeyen değişimlere’ dair bütünlüklü bir tablo çıkarmayı amaçlıyor.

1920’ler – “Böyle bir şey asla olmadı’

Osmanlı yöneticilerinin eylemlerine dair var olan kayıtları anlamayı imkânsızlaştırarak, bir tarihi silmek, inkâr doğrultusunda atılan ilk adım oldu. Devlet ideolojisinin ‘işleyen’ ilk çarklısı Eğitim Bakanlığı’ydı. Türk milliyetçiliğiyle iç içe geçmiş bu bakanlık, ders kitapları aracılığıyla insanların zihninin derinliklerine başka bir Ermeni imgesi koydu. Bu imgeye göre Ermeniler her fırsatta ihanet edebilecek düşmanlardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında okutulan Emin Ali imzalı ‘Türk Çocuklarına Tarih’ kitabı dördüncü sınıflar için özel olarak hazırlanmıştı. Büyük medeniyetlerden başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşuyla 7 faklı bölümden oluşan bu ders kitabında Ermeni-Türk ilişkilerine ayrılmış tek bir sayfa bile yoktu. Dahası, Ermeni kelimesi dahi kitapta kullanılmamıştıii.

Süleyman Edip’le Ali Tevfik’in 1929’da hazırladığı ‘İlk Mektep Çocuklarına Tarih Dersleri: Dördüncü Sınıf’ kitabında bazı ilerlemelerin yaşandığı görülüyor. Ancak bu kitapta da Ermenilere ayrılmış bir bölüm bulunmuyor. Anayasayla ilgili bölümdeyse Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Türklerden ayrı yaşamak isteyen bölücü yabancılar olarak resmedilmiş öyle ki, devletin zayıflaması onları memnun ediyor ve hatta bu toplumlar imparatorluğu yıkmak istiyor. Böylece bu kitapla birlikte, her ne kadar olumsuz anlamda olsa da Ermeni kelimesi ilk defa resmi bir tarih ders kitabında kullanmış oluyordu. 1930’da çıkan Abdülbaki ve Sabri Esat imzalı ‘Yavrumun Tarih Kitabı, İlk mektep 4’ başlıklı başka bir tarih ders kitabında şöyle bir cümleyle karşılaşabilirsiniz: “Ermenistan doğu bölgesinde kuruldu. İlk olarak batıda Ermeniler daha sonra da güneyde Fransızlar mağlup edildi.”

1930’ların Türk resmi tarih tezinin oluştuğu dönem olduğunu söyleyebiliriz. O dönem Ermeniler hem düşman hem de düşmana yardım eden hainler olarak gösterilip sonrasında Türk silahlı güçlerinin nasıl Ermenilere ‘hor davrandığı’ tüm detaylarıyla anlatılırdı.

‘Ermeni Davası’ terimi ilk defa 1933’te, ‘Tarih 3 – Yeni ve Yakın Dönemler’ başlıklı kitapta geçti. Ermenilerin savaş koşulları nedeniyle zorla göç ettirilmesi yavaş yavaş ders kitaplarında yer almaya başlayıp soykırım inkârcılığı bilindik karakterine bürünmeye başlamıştı. Ders kitaplarında kullanılarak yerini bulan bu ideoloji siyasetin alanına da geçiş yapıyordu.

Aynı yıl Franz Werfel ‘Musa Dağ’da Kırk Gün’ kitabını bitirmişti, ama kitap daha sonra Ankara’nın itirazları dikkate alınarak Nazi Almanya’sı tarafından yasaklandı. 1934’te Amerikan MGM film yapım şirketi kitabı sinemaya uyarlamak üzere tüm hakları aldığını duyurdu. 1935’te Türkiye’nin itirazlarını dikkate alan ABD Dış İşleri Bakanlığı araya girdi ve MGM bu projeden vazgeçti.

1960’lar – “Biz kimseyi katletmedik” / “Hikâyenin diğer tarafı”

Uzun bir sessizlik döneminden sonra Ermeni Soykırımı 1960’larda, soykırım ellinci yılında Ermenistan’da anıldığında tekrar Türkiye’nin gündemine girdi. Her ne kadar tarih kitapları ‘hain düşman’ olarak Ermenilerden bahsetse de Ermeni Soykırımı toplum gündeminden uzak kalmış yeni bir konuydu. Ellinci yıl anma etkinlikleri bu açıdan soykırım tartışmalarında bir noktasıydı. Türk yetkililer ‘hikâyenin diğer tarafını’ anlatıp öğretmenleri, gazetecileri ya da kamu çalışanlarını etki altına almak için o güne kadar herhangi bir çalışma yapmış değillerdiiii.

Türk basınının Ermeni Davası’na karşı ‘zorlanması’ işte bu döneme rastlar, ne var ki konu gündeme ancak tehditlerden sonra zorunluluk olarak girdiiv.

Askeri işbirliklerine, bölgesel politikaya, yatırıma ve ticarete öncelik veren devletler, Ermeni Soykırımı’yla ilgili Türkiye’deki sessizliğe eşlik etmişlerdi. Böylece o devletler de Ermeni Soykırımı’nı sıradan bir olay gibi gösterip inkâr ederek bu konuda suç ortağı oldularv.

1970’ler ve 80’ler - “İhanete uğradık”

1970’lerde Ermenilerden bahsetmek, ASALA’nın, Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları’nın, Ermeni Devrimci Ordusu’nun saldırıları gibi gerekçelerle pek hoş karşılanmazdı. “Soykırım olmamıştır, biz sorumlu değiliz” gibi açıklamalar yerini “Esas kurban biziz, biz katledildik” gibi bir görüşe bıraktı. Hasan Cemal’in söylediği gibi, Ermeniler Türk diplomatları öldürmeye başlayınca Türk halkı bunun nedenini sorgulamaya başladıvi.

Türkiye’de geçmişte yaşananlarla ilgili ilk büyük tartışma 1973’te, soykırımdan kurtulmayı başaran 77 yaşındaki Gürgen Yanikyan, Los Angeles’ta iki diplomatı öldürdüğünde yaşandı. Saldırı büyük bir öfke dalgası yarattı ve uzun süren bu sessizlik en sonunda dağıldı. Türk toplumu ve ülkedeki siyasetçiler ilk defa 1915’te neler olduğunu irdelemeye başladılar.

Diğer yandan Türk hükümeti, soykırım ve Holokost’la ilgili araştırma projeleri de dâhil her türlü tartışmayı engelleyerek, bunların önüne geçti. Bu konulardaki akademik konferanslar ve açık oturumları da engellemeye yönelik çabalar oldu. Bu konudaki en dikkat çekici örnek 1982’de İsrail’in Tel Aviv kentinde düzenlenecek bir konferansı engellemeye yönelik girişimlerdi. Konferansın içeriğine Ermeni Soykırımı da eklenecek olursa engelleme yönünde hareket edilecekti. Türkiye’de yaşayan Yahudilere yönelik tehditler de işin tuzu biberi olduvii. Dahası, Türkiye Ermeni Soykırımı ile Holokost arasında bir ayrım yapmaya çalışıyordu, ilkine ‘sözde’ ya da ‘iddia’ kelimeleri ekleniyordu. Böylece ‘sözde soykırım’ ifadesi inkâr söylemi literatürüne bu şekilde dâhil olmuş oldu.

Resmi belgeler Türkiye’nin ABD Kongresi’nin ve halkının Türkiye’ye bakışını etkilemek için 1975’ten beri nasıl bir lobicilik ve halkla ilişkiler faaliyeti yürüttüğünü gösteriyor.

Bu halka ilişkiler şirketlerinin Türkiye’ye verdiği tavsiyeler doğrultusunda yavaş yavaş yeni bir inkâr stratejisi oluşturulmaya başlandı. Bu konuda en maharetli yollardan biri seçilerek, olayın nedeniyle ilgili şüpheler ortaya atıldı. 1982’de Washington’da kurulan ve Osmanlı tarihçisi Heath Lowry tarafından idare edilen Türk Çalışmaları Enstitüsü, belki de bu stratejinin bir parçasıydı.

Türkiye’nin şüphe yaratmak üzere ilk ‘saldırısı’ 1985 yılında New York Times ve Washington Post gazetelerinde, Kongre üyelerini Ermeni Soykırımı yasa tasarısını kabul etmemeleri yönünde etkilemek için yayımlanan ilan oldu. Bu ilanda 69 akademisyen, “Ermenilerin acısı’ söz konusu olduğunda ‘soykırım’ kelimesini kullanmanın doğru olup olmadığını sorguluyordu. Dr. Israel Charny, “bu ilan soykırımın inkârında ve farklı görüşlerin ortaya çıkışında yeni bir dönemi ilan ediyor”viii diyordu. İlan, Ermeni Soykırımı’nı inkâr edenlerin görüşlerini bir ‘anlaşmazlık platformu’ çerçevesinde sunabilmelerinin dayanağına dönüşmüştü. Dolayısıyla “Ermeni Soykırımı henüz kanıtlanmış değil” düşüncesi bundan böyle kalıcı bir stratejiye dönüşmüştü.

Türkiye’nin kendi tarihine bakışı ve yürüttüğü inkâr stratejisi de tabii ki yıllar içinde değişim gösterdi. Ülke hükümetler, cumhurbaşkanları değişti ama baskın strateji aynı kalırken, bu strateji AKP döneminde daha da açık bir şekilde kullanıldı.

10 Nisan 2005’te dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’a bir mektup göndererek ortak tarih komisyonu kurulmasını önerdi. Bu öneri de şüphe yaratma stratejisinin devamı niteliğindeydi. Türkiye, soykırımla ilgili şüphe yaratacak ne kadar etkili yöntemler bulunursa bulunsun, bunun sonsuza dek sürdürülemeyeceğini fark etti. Ermeni Soykırımı’na ilişkin gerçekleri bastırabilmek için yeni bir yaklaşım ve strateji oluşturulması gerekiyordu.

Ermeni Soykırımı’nın sorgulanıyor olması ile bu gerçek için ‘sözde’, ‘iddia’ gibi farklı tabirler kullanılması birbirini zaman içinde tamamlayarak, Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılı arifesinde olgunlaşıp meyvesini verdi. Dönemin Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 2014’te yazdığı on sayfalık makaleyle ‘adil hafıza’ kavramını ortaya koydu. Kendisi Ermeni Soykırımı kurbanlarıyla Birinci Dünya Savaşı kurbanlarını aynı kefeye koyarak ‘ortak acı’ diye başka bir kavram daha üretti.

Erdoğan’ın 23 Nisan günü yayınladığı taziye mesajıysa bu makaleyi tamamlıyordu. 1915 hakkında konuşan Erdoğan, “Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz” diyordu. Ermenilerin torunlarına ithaf ettiği bu taziye mesajında Erdoğan yine ortak tarih komisyonu önerisini de dile getirmişti. Uluslararası medya oltaya gelmiş, 24 Nisan günü haberler ‘Türkiye Ermenilere taziye sunuyor’ manşetiyle veriliyordu. Bu belki de beklenen bir sonuçtu. Üst düzey Türk yetkililer ne kadar da Ermenilerin kendilerine uzatılan eli görmezden geldiğini söylemiş olsa da daha sonra yaşanan gelişmeler Türkiye’nin zaten Ermenilerin görüşünü veya tepkisini önemsemediğini göstermişti. Soykırımla ilgili yapılan her şey uluslararası toplumun ‘gözünü boyamak’ için. Erdoğan’ın dokuz farklı dilde yayınlanan 2014’deki taziye mesajını diplomatik kurumlar aracılığıyla dağıtıma sokmanın kendisi zaten mesajın hedefinin Ermeniler değil uluslararası toplum olduğunun en büyük kanıtı. Özellikle sofistler dâhil olmak üzere pek çok düşünce okulu, tartışmanın esas amacının kendi düşüncelerinizi karşı tarafın kabul etmesini sağlamak değil hâkimi ve jüri üyelerini ikna etmek olduğunu öğretir.

Erdoğan’ın 23 Nisan 2014’te yayınladığı taziye mesajı Ankara’nın inkârcı politikalarının iyice hazırlanıp yeniden paketlenen başka bir tezahürü sadece.

Siyasetle ilgilenmeyen kişilerin bile bildiği bir şey olmasına rağmen burada bir kez daha bahsetmek gerekirse, Erdoğan bu mesajdan dört ay sonra NTV’ye verdiği mülakatta kendisine yönelik çok çirkin ifadelerin kullanıldığını söyledi. Erdoğan daha sonra örnek vererek, “Affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu” dedi.

‘Sözde soykırım’dan ‘1915 olayları’na… Türkiye pek çok değişikliklerden geçerek nihayetinde bu noktaya vardı. Çoğu kişi bunu olumlu bir gelişme olarak görür. Tabii ki fark edilir bir değişim var, fakat hangi değişimden bahsediyoruz? Türkiye’de soykırım resmi olarak inkâr edilmeye devam ediyor, en ufak bir olayda bile bu geçerli, sadece üçüncü ülke parlamentolarında kabul edilen soykırım tasarılarına baksak dahi, soykırımın ‘yanlış bir ifade’ olduğu söylemi ve Ermenilere yönelik nefret alıp başını gidiyor.

Daha birkaç gün önce Almanya Ermeni Soykırımı yasa tasarısını onayladı, milliyetçiler İstanbul’daki Almanya Başkonsolosluğu’nun önünde toplanarak “En iyi Ermeni ölü Ermeni” diye slogan attılar. Bu mesaj yeni bir soykırımla ilgili değilse nedir?

Ortada olan tek bir şey var, o da Türkiye’de yaşanan tüm bu ‘olumlu’ gelişmelerin hepsinde devlet ve ulus çıkarlarını ima eden bir alt metin var. Bu sebeple pek ala Türkiye’nin inkârın farklı şekillerini kullandığı söyleyebiliriz. İnkâr her daim var olmaya devam ediyor, sadece daha kabul edilebilir bir dille…



 
Soykırım Nöbeti’nin Başkanı Gregory Stanton, soykırımın on aşamasından bahseder: Sınıflandırma, Simgeleme, Ayrımcılık, İnsandışılaştırma, Organizasyon, Kutuplaştırma, Hazırlama, İnfaz, İnkâr

[ii] Atilla Dirim, Ermeni Soykırımı'nı Anma Platformu’ndaki konuşması, DurDe, 16 Nisan 2016, İstanbul

[iii] Edward Minasian, The Forty Days of Musa Dagh: The Film That Was Denied ,  Journal of Armenian Studies (Vol. III, Nos. 1-2), 1986-87, sf. 121-131

[iv] Elmas, E., Towards 2015: Media in Turkey on the Armenian Genocide, in The Armenian Genocide Legacy ,Ed. Demirdjian A., Palgrave,2015. sf.183. 

[v] Hovannisian, R. G. (1998). Remembrance and Denial: The case of the Armeniangenocide. Wayne State UniversityPress., sf. 13

[vi] Hasan Cemal, 1915 Ermeni Soykırımı, Yerevan, Hrant Dink Vakfı, 2014

[vii] Auron, Y., The Banality of Denial: Israel and the Armenian Genocide. Transaction Publications, 2004

[viii] Charny, I. W., A classification of denials of the Holocaust and other genocides. Journal of GenocideResearch, 5(1), (2003),sf. 11-34.

Ermeni soykırımı Tanıma ve tazminatlar

E-bülten

E-bültenimize üye olmak için

"Repair" proje ortaklari

 

Twitter

Facebook