Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Başka bir bakış
Prof. Dr. Erik Jan Zürcher |
Prof. Dr. Erik Jan Zürcher
Fransız sosyolog |
Kendi kişisel hikayesinden yola çıkan Profesör Erik Jan Zürcher Türkiyeli tarihçilerin nasıl Ermeni soykırımın daha iyi anlaşılmasına -arşivlere dayanarak - iki alanda katkı sunabileceklerini inceliyor. Bu alanları soykırımın sebepleri ve saikleri ile I. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan modern Türkiye'nin soykırımdan etkilenme biçimleri olarak sıralıyor. Hakikati bulmak ve yaygınlaştırmak isteyen bazı Türkiyeli tarihçilerin sayesinde tarih araştırmalarının ilerlemesini memnuniyetle karşılıyor. Yazara göre bu olumlu gelişmeler Türkler ve Ermeniler arasında muhtemel bir uzlaşma için umut veriyor.
Ermeni soykırımının yüzüncü yılı dolayısıyla, benim gibi kendisini Türkiye tarihçisi olarak gören biri bu konuda açıkça konuşmak zorundadır.
Öncelikle bunu zorunluluğun ahlaki ve etik nedenleri vardır. Geç Osmanlı Dönemi ve 20. yüzyıl Türkiye tarihçilerinin bu konuda özel bir sorumluluğu var; çünkü biz sessizliği çok uzun zamandır devam ettiren bünyenin parçaları olduk. Bu durumun sürmesine artık daha fazla izin veremeyiz; örneğin ben öğrenciyken ve yetmişlerde, seksenlerde genç bir üniversite öğretmeniyken –alanımızın dışında olmasına rağmen 50 yıldır soykırım tarihsel araştırmanın bir parçasıydı– 1915’te neler olduğunun hemen hemen hiç farkında olmadığımızı biliyordum. Ders kitaplarımız illa bahsedeceklerse, bu durumu yalnızca tarihe bir dipnot olarak düşüyorlar ve asla bir soykırım olarak tanımlamıyorlardı. Öğretmenlerimiz bile bunu hiçbir zaman tartışmadı.
Bu sessizliğin etkilerini kendi araştırmamda çok net bir şekilde hissettim. Akademik kariyerime temel oluşturacak olan The Unionist Factor. The Role of the Committee of Union and Progress in the Turkish National Movement (1908-1925) (Birleştirici Unsur. Ittihat ve Terakki”nin Türk Milliyetçi Hareketindeki Rolü (1908-1925)) kitabını 1984 yılında yayınladım. Başlıktaki tarihler dikkat çekicidir, çünkü kitabın en önemli tezi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Imparatorluğu’nda gerçekleşen ve sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu Milli Mücadele’nin, aslında Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda olan İttihat ve Terakki’deki Jön Türklerin bir eseri olmasıydı. Aynı zamanda yine Jön Türkler Mustafa Kemal’i –daha sonra Atatürk– lider yapmışlardır.
Bu kitap iyi karşılandı, fakat bir arkadaşım daha sonra bir Ermeni gazetesindeki yorumu benim için tercüme etti. O bile benim çalışmamı takdir ediyor ama yine de bir eleştiriyi ifade ediyordu. Eleştirmene göre benim hikayem boş bir alanda oyalanıyor ve sanki Ermeniler tarihte hiç yer almamışlar gibi onları yok sayıyordu. O zamanlar benim tepkim: ‘Evet, bu doğru olabilir ama benim kitabım bununla ilgili değil.’ şeklinde oldu. 20 yıl sonra, Workshop on Armenian Turkish Scholarship (Ermeni/Türk Çalışmaları Atölyesi) (WATS) ile birlikte Ermeni sorununa daha çok dahil olmaya başladığımda hatalı olduğumun farkına vardım. Kitabımın konusunu oluşturan İttihatçı dönem ile Kemalist cumhuriyet arasında devam eden siyasi iktidar bile, bu iktidarın 1915-16 sahasında kurulduğu gerçeğini göz ardı ederek işlenemezdi. Bunun yanında cumhuriyete zemin oluşturan Milli Mücadele de pek çok açıdan –özellikle politik, ideolojik ve kişisel açılardan, Birinci Dünya Savaşı’nın devamıydı. Tabii ki Birinci Dünya Savaşı’ndaki pek çok üst düzey siyasinin ve ordu liderlerinin 1918 yılında ülkeden kaçtığı ve pek çoğunun ilerleyen zamanlarda Ermeni ajanlar tarafından öldürüldüğü doğrudur. Ancak yine de soykırıma dahil olanların pek çoğu cumhuriyette yüksek bir mevkii edindi ve 1915-16 deneyimi aralarında bir dayanışma yarattı.
Öte yandan kendini soykırım konusuna dahil etmek yalnızca ahlaki bir konu değil. Türkiye tarihçilerinin önerebilecekleri özel bir şey de var. Bugün soykırımın ana hatları ve detayları, orijinal belge ve görgü tanıklarına dayanan tarihsel araştırmalar tarafından iyi bir şekilde oluşturuldu. İnanıyorum ki durumu daha iyi anlamak adına, temel Türk kaynaklarına dayanarak Türk tarihçilerinin önemli ölçüde katkıda bulunabilecekleri iki alan daha var. İlk alan, nedenler ve harekete geçiren etmenler. Tarihin bu noktasında, hem uzun dönem gelişmeleri (sosyal Darvinizm popülaritesi, militarizm, reform konuları ve sınır anlaşmazlıkları, Müslüman mültecilerin kitlesel göçleri gibi) hem de önemli rol oynayan kısa dönem gelişmelerini (Osmanlı’nın Balkan Savaşı mağlubiyeti, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, Osmanlı’nın Sarıkamış yenilgisi, Gelibolu’daki İngiliz çıkarmasını mağlup etmesi ve Van’daki isyanı bastırması gibi) gözlemleyebildik.
Nedenlere ve harekete geçiren etmenlere bakmak önemli, çünkü bu neler olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu, soykırım konusunu etkilemeyecektir ve bazı Ermeni tarihçilerinin, nedenleri ve harekete geçiren etmenleri analiz etmenin illa ki özür dileme amaçlı olacağı konusundaki endişeleri yersizdir. Soykırımın tanımı konusunda önemli olan şey niyettir; bu niyet etnik veya dini grupları tamamen ya da kısmen yok etmektir. Bu niyetin ardındaki güdü önemli değildir; bu nedenle 1915’te olanların soykırım olmadığı, çünkü Ermenilerin zaten orada bir tehdit oluşturduğu yönündeki inkarcı tartışmalar anlamsızdır.
Öteki konu ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan modern Türkiye’nin, Ermeni soykırımı tarafından şekillendirilmesidir. İttihatçı dönem ile Kemalist cumhuriyet arasındaki kişisel ve ideolojik devamlılığın çok ciddi bir boyutta olduğunu gözlemledim. Bu alanda kesinlikle daha da fazlası yapılabilir, fakat şimdi dikkat edilmesi gereken (ve Türkiye’de de artan bir şekilde dikkat edilmeye başlanan) konular, Ermeni mülkiyetlerinin el değiştirmesi (ya da hırsızlığı) ve Osmanlı Ermenilerinin din değiştirmeleridir. İlki, Yunan mülkiyetlerine de daha düzenlenmiş bir şekilde el konulmasıyla birlikte cumhuriyet dönemindeki Türk burjuvasına bir temel hazırladı ve pek çok önemli Türk firmasının kökenleri bu süreçte oluştu. Ben avukat değilim ve yüzyıl geçtikten sonra yasal kaynakların geçerliliği hakkında hiçbir fikrim yok ama Türkiye’yi daha iyi anlamak için, örneğin hala kapalı bulunan kadastro arşivlerine erişim sağlanarak, mülkiyet transferi hakkında daha çok bilgi edinmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Birinci Dünya Savaşı sırasında çok sayıdaki Ermeni’nin İslam dinine döndürülmesi, üzerinde durulması gereken diğer büyük bir konudur. Her ulus-inşa sürecinde olduğu gibi, nüfusu homojenize etmek modern Türkiye tarihinin de temel özelliklerinden biridir. Bu durum, aslında pek çok Türk’ün Ermeni kökenleri olduğu gerçeğini örtmüştür. Kimse tam olarak 1915-16’da kaç Ermeni kadın ve çocuğun Müslüman ailelere dahil edildiğini bilmemektedir ve göreceli olarak 100.000 gibi düşük bir sayı olduğu varsayılmaktadır. Türkiye’nin 20. yüzyıldaki demografik eğilimlerine bakıldığında 2,5 milyon kadar Türk’ün en az bir Ermeni atası olduğu anlaşılmaktadır. Son yıllarda bu kökenleri yeniden keşfetmek ilerici Türkler arasında popüler olmuştur.
Bir başka deyişle: Türkiye Cumhuriyeti, soykırıma dahil olan kişiler tarafından büyük bir oranda kurulma ve idare edilme mirasını taşımanın yanında Ermenilerin maddi ve kişisel miraslarını da taşımaktadır.
Şunu belirtmekten memnunum ki sadece genel olarak Türk çalışmaları dünyasında değil, Türkiye’deki Türk tarihçiler arasında da gerçeği bulmak ve açıkça tartışmakla samimi olarak ilgilenenlerin sayısı durmadan artmaktadır. Bilgi Üniversitesi’nde 2005’teki çığır açan konferans ve 2007’de Hrant Dink cinayetini takiben düzenlenen gösteriler bu durumun miheng taşı olmuşlardır. Yüzüncü yıl anmaları dolayısıyla düzenlenen pek çok konferansta da Türk araştırmacılar önemli bir rol oynamıştır.
Bu yeni açıklık, Türkler ve Ermeniler arasında bir uzlaşma olasılığı adına umut verici bir işarettir. Uzlaşma, inkar üzerine kurulamaz; buna kuşku yoktur, ancak taviz üzerine de kurulamaz. Taviz siyasetin bir aracıdır ve güncel konuları çözmek için kullanılır, fakat bunun tarihsel gerçeklerle hesaplaşmayla hiç ilgisi yoktur. İnsanlar azıcık öldürülemez. Uzlaşma yine Türk hükümeti tarafından yoğun şekilde promosyonu yapılan; Birinci Dünya Savaşı sırasındaki korkunç yıllar boyunca acı çeken herkesin anılması üzerine de kurulamaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerden çok daha fazla Alman öldü (bazı Almanların Yahudi, bazı Yahudilerin Alman olması gerçeğine rağmen). Ancak, Şansölye Merkel bu insanların eşit şekilde o dönemin ve şartların kurbanları olarak anılmaları gerektiğini iddia etmeyi hayal bile edemez. ‘Saygı duyarak anlaşmazlık üzerinde anlaşmak,’ yarı-resmi bir sözcü tarafından önerilen bu çözüm de bir çözüm değildir. Buna göre, soykırımı tanımak ve tanımamak ahlaki ve akademik olarak aynı eş değer görülüyor. Ama değiller.
Türk tarihçiler tarafından artan bir şekilde desteklense de, tarihsel gerçeği kabul etmek zaman alacaktır. Yeni kuşak Türk nesilleri (genç bir ülke olması sebebiyle bu büyük bir çoğunluk anlamına geliyor) okullarda ve zorunlu askerlik döneminde ulus-devlet söylemlerine maruz bırakıldılar ve ciddi anlamda soykırım hikayesinin bir yalan olduğuna ikna edildiler. Cumhuriyetin ilk neslinin aksine artık çok iyi bildikleri bir konuyu bilinçli olarak reddetmiyorlardı. Bunun yerine genç Türk nesilleri, ‘Ermeni yalanlarını’ sıklıkla Türkiye’de çok yaygın olan komplo teorileri içine yerleştirdiler –bunu Batı güçleri tarafından kültürlerini yozlaştırmak ve zarar vermek üzere kullanılan bir silah olarak görüyorlar.
Bu durum, Türk halkını yeniden eğitmeyi ve konuyu tartışmaya açmayı çok zorlaştırıyor. Fakat bu kapı açıldı ve artık kapanamaz. Kürt entelektüeller ve siyasetçiler arasında da 1915 olayları hakkında tamamen yeni bir açık görüşlülükle, tartışmaya hazır bir ortam olduğunu görüyoruz ve bu sadece İstanbul ve Ankara’da değil, daha da öncelikle güneydoğuda gerçekleşiyor.
Türkiye’de daha geniş bir farkına varış ve bunun da ötesinde soykırım kişisel bir suçtur, diğer bir deyişle; kişilerin soykırım için suçlanmaları ve mahkum edilmeleri, ancak milletlerin veya devletlerin suçlanmamaları düşüncesinin tartışmasını kolaylaştırmaktadır. Mevcut Türk hükümeti ve toplumu haklı olarak soykırımı inkar etmekten suçlu bulunabilir ancak suçun kendisinden sorumlu tutulamaz. Zira failler çok uzun süre önce öldüler.
Soykırımı tanımak yalnızca Ermeniler için değil, Türkiye’nin kendisi için de önemlidir. Taner Akçam’ın uzun bir süre önce dediği gibi, Türkiye daha rahat, daha demokratik ve daha hümanist bir toplum geliştirmek istiyorsa, soykırım yüzleşilmesi gereken bir konudur. Tartışma ve tanıma ayrıca toplumun üzerindeki ve giderek dindarlaşan milliyetçilik örtüsünü kaldırmayı hızlandırabilir. Yani umalım ki bu yüzüncü yıl Ermeniler için olduğu kadar Türkler için de tarihsel gerçekle yüzleşme hikayesinde yeni bir sayfa açmış olsun.
Makalenin orijinal versiyonu "Ermeni Soykırımı Çalışmalarında Türkiye Tarihçilerinin Rolü" başlığıyla 9 Mayıs 2015'te "Research Turkey - Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi" web sitesinde yayınlanmıştır.