Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış Türkiye toplumu günlük hayatta inkarın içinde yaşıyor Ayşe Günaysu |
Ayşe Günaysu
İnsan hakları aktivisti |
Ayşe Günaysu Ermeni soykırımının Türkiye'de tabu olmaktan çıkmasına ve devletin kullandığı dilin evrilmesine rağmen resmi inkar politikasının değişmediğini aktarıyor. "İnkar toplumu" olarak nitelendirdiği Türkiye toplumunun bu politikanın etkisi altında kaldığının altını çiziyor. Soykırıma dair ifade edilmesi gereken duygunun utanç olduğunu belirterek neden toplumun bu duygudan kaçındığını ele alıyor. HDP’nin barajı aşmasının adaletin yerine geleceği günlere yaklaşmak açısından önemli olacağını belirtiyor.
REPAIR: Ermeni soykırımı son yıllarda –en azından toplum düzeyinde- tabu olmaktan çıkarken kimi anmalarda “ortak acı-ortak yas” söylemi kullanılır oldu. Siz bu kavramı nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Ayşe Günaysu: Tek başına “acı” ve “yas” sözcükleri bile, Türkiye bağlamında, işlenen suçu ve bu suçtan duyulması gereken utancı gizleyen sözcükler. Hele bunlara bir de “ortak” sıfatı eklendiğinde buna tek kelimeyle inkâr demek gerek. Çünkü konu soykırımsa, faille kurbanı eşitlemiş oluyorsunuz. Almanya’da Yahudilerle Almanların ortak acılarından bahsetmelerini hayal edebilir misiniz? Bizde bahsedilebiliyor. Çünkü genel kamuoyu tarafından kabul edilebilir bir dil aranıyor. Bir Yahudi’nin, Holokost’tan ve işlenen suçtan bahsedebilmek için Almanlar tarafından kabul edilebilir bir dil aradığını hayal edebilir misiniz? Ya da soykırımın yapıldığını ve bundan utanç duyduğunu söyleyen bir Türk, yurtdışında Ermeniler tarafından kahraman gibi karşılanıyor. “Evet, Holokost yapılmıştır ve bundan utanç duyuyorum” diyen bir Almanın kahraman muamelesi görmesini hayal edebilir misiniz? Edemezsiniz çünkü burası bir inkâr toplumu ve herkes bu toplumun bir parçası. İnkâr her an yeniden üretiliyor. En kaba şekillerinden bahsetmiyorum, en ince şekillerde, hem de ilerici, demokrat kesimler tarafından alkışlanacak şekilde yeniden üretiliyor. Hrant Dink’in katlinin hemen ardından İletişim Yayınevi’nde 6 Ekim 2007’de düzenlenen panele, düzenleyiciler kimlerdi, bilmiyorum, “Yükselen Küresel Irkçı Hareketlerin Bir Uzantısı Olarak Hrant Dink Cinayetinin Yeniden Değerlendirilmesi” başlığı konulmuştu. Soykırım suçunun işlendiği ve inkârla soykırımın kalıcılaştırıldığı bir ülkede, muhalif bir Ermeni gazeteci, yazar katlediliyor, Ermeni olduğu için katlediliyor ve siz buna “yükselen küresel ırkçı hareketlerin uzantısı” diyebiliyorsunuz! “Kötü” içerde değil, “dışarıda”. “Suçlu” buralı değil, “yabancı”. İşte sadece kaba, kudurgan inkâr değil, inkârın ince biçimleri derken böyle bir şeyden bahsediyorum.
Acı ve yas sözcükleri suçu gizlerken, utanma duygusundan, utançtan da kaçmanın yolu oluyor. Hrant Dink’in katlini küresel ırkçı hareketlerin bir uzantısı olarak tanımlayan bir solcu, ilerici kültür dünyasında siz insanları utanmaya davet edebilir misiniz? Hayır, ancak sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan bir kültür böyle bir formülasyon icat edebilir. Böyle bir kültür utanmaktan kaçar.
Peki neden utanç? Ermeni soykırımı anmalarını düzenleyen, bu anmaları destekleyen, katılan çevrelerin içindeyim. Yakından biliyorum. Soykırımla kendimiz arasında bağ kuramıyoruz. Soykırımı lanetlemekle görevimizi yerine getirdiğimize inanıyoruz. Tartışmalara tanık oldum. Utanç kavramının reddedildiğini, çünkü “kolektif suç” kavramına şiddetle karşı olunduğunu kulaklarımla duydum. Bahsettiğimiz şey “kolektif suç” terimiyle kabalaştırıldı, vülgarize edildi ve bu yolla reddedildi.
Soykırım bağlamında utanç sözcüğünden kaçınılıyor. Utanmak için bir neden görülmüyor. Oysa bir: Kendimizi ne kadar enternasyonalist, ne kadar Türklükle alakasız görürsek görelim, Ermeni olmamanın avantajlarıyla büyüdük, yetiştik, hayata karıştık, kimimiz güzel yerlere geldi, hâlâ bu avantajları kullanıyoruz. Hiçbir şey değilse bile bu utanmamız için yeterli bir neden. İki: Parçası olduğumuz, bizi yetiştiren, eğiten sistemin kurucusu ve yürütücüsü olan etnik ve dinsel kimlik, soykırım faillerinin kimliği. Soykırım suçu bu kimlik adına işlendi. Ailelerimizin köklerinde kimler var, soykırımdan ne kadar yararlandı, soykırımla bir bağlantısı var mı, bilmiyoruz. Üç: Soykırımla yok edilen halkların yokluğunda, bu yokluk sayesinde çoğalan, gelişen, zenginleşen toplumsal grupların mensubuyuz. Dört: Hiçbir şeyden değilse bile inkârdan sorumluyuz. Vergi verdiğimiz, yasalarına uyduğumuz, kimliğini taşıdığımız devlet hem soykırımın sürekliliğini sağlayan kurucu mitlere dayanarak var olan bir devlet, hem de inkârın günlük hayat içinde şu veya bu şekilde içinde yaşıyoruz, bir parçasıyız. Yani utanmak için çok nedenimiz var.
Utanç kavramından soykırım ve soykırım anması bağlamında kaçınılmasının nedenini bence Barış Ünlü Türklük Sözleşmesi kavramıyla çok güzel açıklıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Barış Ünlü’nün sözleriyle “maddi ve düşünsel temellerini oluşturan” sözleşmedir bu. Agos’ta yayınlanan röportajında[1] anlatmış. Şöyle diyor mesela: “Türklük, üzerine düşünülmeyen, farkında olunmayan, sorunsallaştırılmayan, görelileştirilmeyen bir varoluş hali. Türklük, Türk olmanın imtiyazları, avantajları, duygusal ve düşünsel limitleri üzerine düşünememe durumu. Diyelim bir Türk liberali, bir meseleye yaklaşırken bir liberal olarak yaklaştığını, yani evrensel değerlerle baktığını düşünür. Bir Türk liberali olarak baktığı ve dolayısıyla bir sürü şeye de bakamadığı aklına gelmez. Bu sorun Marksistlerde daha da çarpıcı. Sınıfsal yaklaşıyorum, enternasyonalistim, kimlik siyaseti yapmıyorum, dediği ölçüde Türktür. Enternasyonalist olmanın ilk şartı başkasındaki Kürtlüğü değil, kendindeki Türklüğü görmek. Duygularının, düşüncelerinin, ilgi alanlarının Türklükle ne kadar gölgelenmiş olduğunu idrak etmek. Tabii Türklüğün lümpen, seçkin, İslami ve sosyalist halleri farklı. Katı, sıvı ve gaz halleri gibi. Ortak noktaları ise, Türklükleri ve Türklük imtiyazları üzerine düşünmemek.”
“Ortak acı” sözü “adil hafıza/iki taraf da acı çekti” konsepti içinde hükümet tarafından da benimsenen bir kavram oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Bunun nedeni çok açık: Yukarıda söylediğim gibi bu söylem düpedüz inkârcı söylemdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin sistematikleştirdiği ve toplumun yaşam biçimi haline getirdiği inkâr. Elbette hükümet bunu memnuniyetle benimser.
Geçen sene tüm eksik ve eleştirilecek noktalarıyla birlikte hükümetten bir taziye metni gelmişti. Bu sene ise inkar konusunda milli mutabakata geri dönülmüş gibi. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz ?
O “taziye” ile devlet inkâr politikasını değiştirmiş değil. Başbakanın taziye mesajının ifade ettiği anlamı tek bir cümleyle özetleyecek olursak: Türkiye Cumhuriyeti devleti hakaret ve yalan dolu kaba bir inkârcılıktan, bir miktar inceltilmiş bir inkârcılığa geçiş yapmak zorunda kalmıştır. İnceltilmiş diline rağmen, metin bir soykırım inkârı metni. Başbakanın metin yazarı, gayet ustalıklı bir şekilde, bir yandan Ermenilerin “üzücü” durumlarla karşılaştığını kabul ediyor, ama aynı anda soykırımı, savaş kayıplarıyla eşitleyerek, inkâra devam ediyor. Olumlu bulunabilecek bir cümlenin ya içinde, ya da hemen sonrasında inkâr ve tehdit kendini gösteriyor.
Metin bu tür ifadelerle dolu. Sadece iki örnek vereyim: “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” denmiş. Ama aynı cümle içinde inkâr tüm açıklığıyla sırıtıyor: Ermenilerin ölümlerini sistematik, organize bir imhaya değil, “20. yüzyılın başındaki koşullar”a bağlıyor. Savaş koşulları, hava koşulları, ekonomik koşullar vs.
Başka bir yerde de “Türkiye'de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir” denmiş. Ne güzel değil mi? Ama hemen arkasından eklenmiş: “Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir.” Yani, “Osmanlı devleti Ermenilere soykırım yapmıştır” demek “suçlayıcı”, “incitici” ve “kışkırtıcı” olmak anlamına gelmeye devam edecek. Başbakan, böyle bir durumu nasıl karşılayacaklarını da açıkça ifade etmiş: “1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez.”
Soykırımı tanıyan, inkar siyasetini reddeden HDP’nin bu seçimlerde ilk defa kurumsal kimliğiyle parlamentoda yer alma ihtimali bulunuyor. HDP’nin mecliste daha güçlü temsili soykırımla yüzleşme konusunda umut vaat edebilir mi ?
Elbette. Birçok bakımdan umut vaat ettiği gibi, bu bakımdan da umut vaat eder. Kürtler soykırımı tanıma konusunda Türklerden çok daha ileri bir noktadalar. 2005 yılında Özgür Gündem’in manşeti “Özür Diliyoruz” idi. Sayısız kez Kürt yazar, çizer, aydın, siyasetçi soykırımın gerçekliğini kabul ettiklerini ifade ettiler. Kürt siyasi hareketinin bazı temsilcilerinin bu konuda eksikleri var. Zaman zaman inkârcı bir dil benimseyenler oluyor. Abdullah Öcalan’ın, liderlerden Bese Hozat’ın resmi söylemle uyumlu açıklamaları var. Ama Namık Kemal Dinç ve Adnan Çelik’in, Kürtlerle yaptıkları sözlü tarih çalışmasını aktaran “100 Yıllık Ah!” kitabında da anlattığı gibi, Kürtlerin soykırım belleği son derece canlı. Dün olmuş gibi nerede katliam yapıldı, cesetler nereye atıldı ayrıntılarıyla anlatıyor.
Öte yandan HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın seçimlerin yaklaştığı bir tarihte, Hrant Dink’in katlinin yıldönümünde CNN Türk’de canlı yayında söyledikleri, oy kaybetme kaygısı olmadan, pragmatizmden uzak bir dürüstlüğün ifadesi. Şöyle diyor Demirtaş: “Biz hiç tereddüt etmeden Ermeni soykırımının gerçekliğini kabul ediyoruz. Kürtlerin de herkesin de rolü olmuştur bu soykırımda. Ama siyasi irade Enver Paşa ve Talat Paşa'nın başını çektiği İttihat ve Terakki'idir. Madem Osmanlı'nın bütün mirasını sahipleniyorsanız çıkın bunu da sahiplenin. Öyle değilse de bu acı ile yüzleşilsin." Evet, bu yüzden HDP’nin barajı aşması adaletin yerine geleceği günlere yaklaşmak açısından çok önemli olacak.