Ermeni-Türk platformu

Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde

 

Ermeni Soykırımı’nın tanınması ve toprak tazminatları iki farklı mücadele konusudur

 
 
 

Ermenistan'dan bakış

 Ermeni Soykırımı’nın tanınması ve toprak tazminatları iki farklı mücadele konusudur

Ara Papian

 

 
Ara Papian

Modus Vivendi düşünce kuruluşunun başkanı

Soykırımın yüzüncü yılı arifesinde “Adalet Yoluyla Çözüm-Ermeni Soykırımına İlişkin Tazminat” başlıklı bir rapor Taşnak Partisi’nin girişimiyle yayınlandı. Rapor “Ermeni Soykırımı Tazminatları Çalışma Grubu”nun üyeleri, Henry Theriault, Alfred de Zayas, Jermaine O. McCalpin ve Ara Papian tarafından hazırlandı. Raporun yazarlarından Ara Papian ile çalışmanın içerdiği tazminat talepleri, tazminat mekanizmaları ve Uluslararası Adalet Divanı üzerine konuştuk. Papian’a göre Ermeni soykırımının tanınması tek başına bir çözüm değil, toprak talepleri ve tazminatla da ilgisi yok.

Rapor nasıl doğdu?

Bu konuyla 2006 yılından beri açık bir şekilde uğraşıyorum. Açık bir şekilde dememin nedeni, yazmaya bu süreçte başlamış olmam. Öncesinde diplomattım[1].

Doğrusu fikirlerime birçok insan ilgi gösterdi, 2007-2008 yıllarında da tüm bu fikirlerin daha kalıcı bir zemine oturması ve ayrı bir rapor haline getirilmesi için bir teklif hazırlandı.

Bu çalışma aslında yeni değil, uzun zaman önce başlandı. Çalışmada ben dâhil dört kişinin katkısı var : bir suç olarak soykırım, onun kapsamlı sonuçları ve üstesinden gelme meselesi gibi konuları felsefi yönüyle inceleyen Amerika Birleşik Devletleri’nden Henry Theriault, meseleye etik yaklaşımıyla Jermaine O. McCalpin ve uluslararası hukuk konusunda uzmanlaşmış Alfred de Zayas ve ben.

Bu fikrin uzun zaman önce doğduğunu belirttiniz, fakat özet rapor resmi olarak Eylül 2014’te yayınlandı ve hakkında çok fazla konuşulmadı. Neden? Ermeni Soykırımının yüzüncü yılının öncesi bunu konuşmak için doğru zaman değil miydi?

Tabii çok daha önce konuşmuş olmamız gerekirdi. Ne yazık ki biz Ermeniler daha çok gösteriler yapmak, yüksek tirajlı gazetelerde geniş makaleler yazmak türünden görünür eylemlerde bulunmaya alışkınız. Ancak daha kalıcı ve profesyonel çalışmalara alışkın değiliz. Rapor yayınlandığında tek bir amacımız vardı o da profesyonel görüşleri, düşünceleri almak. Geri bildirimler aldık ama bunlar profesyonel değil daha çok beğeni ve takdir anlamındaydı. Tabii ki daha kritik ve eleştirel yorumlar almayı tercih ederdim. Örneğin birisi raporun her hangi bir bölümü için, şu ya da bu şekilde yazılsa daha iyi olurdu diyebilirdi ve bu, insanların meseleyi dikkate almasının yanı sıra değer biçtiği, raporu incelediği anlamına da gelirdi.

Konunun doğru bir şekilde sunulmadığı, raporun yeterince tanıtılmadığı yönünde bir düşünce var ve bu üzerinde yeterince konuşulmamasının sebebi olarak görülüyor. Bu görüş hakkında ne söylemek istersiniz?

Dikkate alındığında 2015 yılı hem büyük bir avantaja hem de büyük yetersizliğe sahipti. Fırsat bulduğum çoğu zaman, yapılan daha çok etkinliğin daha çok şeyi gölgede bıraktığını belirttim. İnsanlar soykırım ve tazminatlar meselesinden bıktılar. Raporun yayınlanması da, örnek vermek gerekirse, Paris’te yapılan herhangi bir gösteri gibi sıradan, olağan bir adım olarak algılandı. Bunun yanında, birçok yabancı diplomatın yurt dışı toplantılarındaki konuşmaları ve sorularının raporumuzdan detayları içerdiğini de belirtmem gerek. Nihayetinde raporun verimliliği, daha çok konuşuluyor olmasından ve kuru gürültüden çok daha önemli.

Raporun temel talepleri ve sonucu nedir?

En önemlisi şu: Salt soykırımın tanınması, meselemizin çözümü olarak görülemez. Bu Ermeni  toplumunu tatmin etmeyecektir. Konunun devamında üç maddeyle özetlenebilecek onarımlar geliyor.

Birincisi, soykırımın tanınmasını, özrü ve Türkiye’nin eğitim programında bununla ilgili yapılacak değişiklikleri içeren manevi tazminat, ikincisi, mal-mülk ve banka hesaplarıyla ilgili maddi tazminat, üçüncüsü ise Wilson Ermenistanı[2] dediğimiz bölge ve sınırları temelinde müzakere ve uzlaşmalardır.

Wilson Ermenistan’ı fiilen (de facto) Türkiye’nin egemenliği altında, hukuken (de jure) ise Ermenistan’a aittir. Görevimiz bir şekilde de facto ve de jure’nin birleşmesini sağlamaktır.

Bu taleplerin görüşülmesi ne anlama gelir?

Modus Vivendi Merkezi’nin[3] sloganı “Bölgesel problemlerin uluslararası hukuk yoluyla, barışçıl çözümü”dür. Neden uluslararası hukuk? Çünkü uluslararası hukuk temelinde çözülen her şey adil olarak çözülmüş olacaktır. Burada çözümün ille de adil olacağını kastetmiyorum ama en azından bu olasılık artacaktır. Hukuk, insan yaşamı için olsun, finansal meselelerde olsun her durumda yararlıdır… Temel çözümlere savaşla varılamaz.

Soykırımın tanınması belirli bir yol aldı ve bir ölçüde başarıya ulaştığını da söyleyebiliriz. Fakat peşinden herhangi bir telafi getirdiğini düşünmüyorum. Türkiye toplumunda soykırımın tanınmasının “Bu sizin hakkınız, alın” boyutunda bir değişikliğe neden olacağına da inanmıyorum. Almanlar da bunu yapmadılar.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu tür meseleleri çözmek için yetkilendirilmiş uluslararası bir kuruluş. Aynı zamanda meşru yolla yaptırım gücü olan tek organ. Güvenlik Konseyi ancak uygulama kararı aldığında bunu zorlayıcı zemine taşıyacaktır. Birleşmiş Milletlerin, kararları tüm üye devletler için bağlayıcı olan iki temel organı var; Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı.

Uluslararası Divan’dan talep ettiğimiz Ermenistan topraklarının onaylanması konusunda başarıya ulaşırsak ve divan kararıyla bir sonuca varırsak, Güvenlik Konseyi aksiyon almak zorunda olacak ve bunun sonucunda Türkiye bizimle müzakere edecek.

Ermeni tarafının, Ermenistan’ın söz konusu topraklarında serbest geçiş hakkı gibi, kesin olarak belirlenmiş, sabit haklara sahip olmasına ihtiyacı var. Bu, herhangi bir anıtın onarımı ya da diyelim o topraklarda dini ritüllerin gerçekleştirilebilmesi için Ankara’dan izin beklememek gibi örneklendirilebilir.

Raporun toprak talepleri içeren bölümünden söz ettiniz. İlk olarak, bu talepler içinde yer alan toprak genişletmesini sormak istiyorum. Bu talepleri kim öne sürebilecek?

Toprak konusunda tüm çalışmalarım Wilson’ın hakemliğini esas almaktadır ve toprak konusu bu hükme göre nettir. Türkiye-Ermenistan sınırını kesin bir şekilde, köylerine varıncaya kadar belirtir. Osmanlı dönemindeki Van, Bitlis, Erzurum ve Trabzon vilayetlerinin önemli bir kısmını içerir. Ayrı bir problem daha var ki, o da eskiden Rusya ve Ermenistan’ın bir parçası olan Kars. Ermenistan kurulup bir devlet olarak tanındığında bu bölgeyi kontrol ediyordu. Bu bölge Eylül-Kasım 1920’de savaş sırasında işgal edildi, bu ayrı bir konu. Rapor, Gürcistan ve Azerbaycan sınırlarını vurgulamıyor, bu Milletler Cemiyeti’nin 24 Şubat tarihli paket kararı.

Uluslararası hukuka göre herhangi bir bölgenin sahibi kimdir? Sorunun cevabı net. Belirli bir uluslararası belgede öngörülmüş, belirlenmiş sahibi kimse o. Herhangi bir bölgenin işgali gerçek sahibini değiştirmez.

Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bir bölgenin ya da toprağın tesliminin söz konusu olduğu bütün antlaşmalarda, şu cümleye rastlayabilirsiniz: "Türkiye, verilmiş bölgelerdeki hak ve hükümlerinden feragat eder." Lozan Antlaşması'nın 16. Maddesi bile Lozan Antlaşması uyarınca Türkiye topraklarında bulunmayan bölgelere dair Türkiye tarafından verilen tüm hak ve hükümlerde açık bir feragat içeriyor. Batı Ermenistan,  Lozan Antlaşması’na göre Türkiye topraklarında değildir. Genel olarak, Lozan Antlaşması'nda Ermeni-Türk sınırının belirtildiği hiçbir kelime yoktur. Bu nedenle, Ermenistan bu hakka sahiptir ve bu konunun üzerinde durmalıdır.

Uluslararası Adalet Divanı toprağın kime ait olduğunu dikkate almaz, çünkü bu çok soyut bir konudur. Ancak taraflarca sunulan delilleri dikkate alır ve mülkün sahibine karar vermek için hangi tarafın malikliğini daha iyi gerekçelendirdiğine bakar. Mülkiye. Dair her konuda tapu gibi belgeler önem taşır.

Ermenistan Cumhuriyetinin sahip olması gereken haklardan söz ettik. Peki ya siyasi iradenin isteği? Ermenistan’ın isteği nedir? Ve bu iddiaları kim takip edebilir, Ermenistan mı, Diaspora mı?   

Genel anlamda siyasi olmayan bir irade mevcut. İlk ve hemen hemen tek tesirli ifade bu yıl 29 Ocak'ta Pan-Ermeni Deklarasyonu içinde verildi. Ancak Ocak ayından bu yana neredeyse altı ay geçti ve hiçbir adım atılmadı. Maalesef böyle de kalacak. Deklarasyon basit ama elbette tutarlı bir çalışmayı da gerektiriyor. Tam anlamıyla ilgili olan insanlar amaçlarının peşinde koşmaya devam edeceklerdir.

Amaçlarının peşinde olanlara gelirsek, bunun cevabı biraz da neyin üzerinde konuştuğumuzla ilgili. Eğer kişisel ya da toplumsal­ mülkiyet anlamında bir mülk söz konusuysa bunu belirli yasal kuruluşlar yapabilir. Ermenistan’ın sahip olduğu topraklara gelince, yasal açıdan bakıldığında, Diaspora bir kurum olmadığından bunu yapamaz. İlk iki önemli aşamada, diasporanın belgelerin toplanması, işlenmesi ve incelenmesinde büyük bir rolü var. Ancak, Uluslararası Adalet Divanı'na başvurmak için yetki sahibi tek makam sadece Ermenistan’dır.

Genel olarak Uluslararası Adalet Divanı dediğimizde "uluslararası" sözcüğü kafamızı karıştırıyor. "Devletlerarası" demek daha uygun olabilirdi ve böylece devletler arasındaki mevcut sorunların çözüm yeri anlamına gelirdi.


Taleplerin uygulanmasına dair rapor hangi mekanizmaya sunuluyor?

Mekanizma tek ve ulaşmanın da birçok yolu var. Uluslararası Adalet Divanı Yönetmeliğinin 33. Maddesi devletlerarası herhangi bir belge üzerinde görüş bildirmek ya da karar vermek için mahkemeye yetkinlik verir. Yetki alanı meselesi çok önemli...

Birçokları toprak taleplerimiz için mahkemeye başvurmamız gerektiğini söylüyor... Böyle bir şey yok, çünkü dünya üzerinde hiçbir mahkeme hangi toprağın kime ait olduğuna karar veremez. Mahkemeler ancak, mevcut belgelerin durumunu değerlendirebilir.

Sorun bir “anlaşmazlık” olarak görülüyor ise bu durumda mahkemeye Türkiye ve Ermenistan birlikte başvurmalıdır çünkü devletlerarası anlaşmazlık söz konusu olduğunda taraflardan biri diğeri olmadan başvuramaz. Ancak sorun “geçerli bir belgenin yorumu” ise bu durumda başvuruda ikinci tarafa gerek yoktur.

Türkiye toprakların kendisine ait olduğundan ve Ermenistan’ın talebinin yasadışı olduğundan emin ise, mahkemeye gelsin. Mahkemenin vereceği olumsuz bir karar bile Ermeni tarafı için yararlı olacaktır. En azından sorunu bu şekilde çözemeyeceğimizi anlarız ve başka yollar seçeriz.

Neden Türkiye böyle bir adım atmıyor ve mahkemeye gitmiyor?

Her şeyden önce, Ermenistan bu konuyu gündeme getirmedi... Bu yasal açıdan zayıf noktalarımızdan biri, net bir anlaşmazlık olduğunu öne sürmedik. Ermenistan hiçbir zaman “Türkiye topraklarımızı işgal etti” diye bir açıklama yapmadı. Burada Ermenistan’ın ilk adımı atması gerek. Böyle bir durumda, Türkiye mahkemeye gitmek için istekli olmayacaktır. Ancak, mahkemeye gitmesinin değil gitmemesinin daha kötü olduğunu anladığında gidecektir.

Birkaç yıl önce soykırım gerçeğini kesin olarak inkâr ettiler, ama her şey değişti. Karşılıklı katliam ve acıdan dem vurarak başladılar. Kamuoyu bakış açısındaki değişikliğe böyle bir katkıda bulundu. Aynı durum toprak meselesinde de geçerli. Türkiye hiçbir alternatifi kalmadığını ve bir anlaşmazlık olduğunu inkâr edemeyeceğini açıkça gördüğünde, kesinlikle mahkemeye gelecektir.

Ancak, şunu belirtmek gerekir ki Türkiye bir kez soykırım konusunda mahkemeye gitmeyi önerdi.

Evet, ama sonra da sessizliğe büründü. Gerçekte, soykırımın tanınmasının toprakların tazminiyle ilgisi yoktur. Aynı anlama gelmez. Ermeniler için toprakların sahibi olduklarını mahkeme yoluyla kanıtlamak, soykırımın ortaya çıkmasından daha kolaydır.

Taleplerin karşılandığını varsayalım. Bu topraklarda yaşayanlar ve onların hakları ne olacak?

Onlar yaşamaya devam etmeli; vatandaşlıkları sorunu gündeme gelecektir. O topraklar Ermenistan Cumhuriyeti’nin mi olacak? Egemenliği Ermenistan'a devredilecek mi devredilmeyecek mi ? Sorunu hiç bu şekilde dile getirmedim… Sadece Ermenistan Cumhuriyeti’nin bazı haklarını yazılı hale getirmek gerektiğinden bahsettim. Egemenlik Ermenistan’a devredilse bile, bu, bölgede yaşayanların Ermenistan Cumhuriyeti vatandaşlığına geçme zorunluluğu anlamına gelmez.

Sorun basit bir şekilde çözülebilir. Birincisi, bölgeyi terk etmek isteyenler bunu yapmakta serbest olacaklardır ancak uluslararası toplum ve Türkiye bu kişiler için başka bölgelerde yerleşim yeri oluşturmalıdır. İkincisi, orada yaşamaya ve Türkiye vatandaşlığını korumaya devam edebilirler. Üçüncü olarak da, Ermenistan vatandaşlığına geçmemiş kişiler genel seçimlere değil ama yerel seçimlere katılabilirler.

Biz Birinci Dünya Savaşı'nın arifesindeki duruma dönmeliyiz. Ermenilerin yaşadığı topraklar Avrupa’nın müdahalesiyle ikiye ayrılmış ve iki valinin yönetimine verilmişti. Geçmişte olduğu gibi Wilson Ermenistan’ı dediğimiz topraklarda yeni bir yönetim biçimi oluşturulmalıdır ve tercihen Avrupalı yöneticilerin idaresinde olmalıdır.

Türkiye meseleye duygusal yaklaşmayıp daha pragmatik baksa, bundan yararlanacağını görecektir. Ancak Türkiye Ermenilere ve başka gruplara haklarını vermeye hazır mı?

Türk siyasetçileri son zamanlarda Ermenilerin geri dönebileceğini ve orada yaşayabileceğini tekrarlıyorlar. Ermeniler bu koşullarda dönmezler. Uluslararası bir idare oluşturulur,  can ve mal garantisi verilirse, neden olmasın? Şu çok açık ki, ABD’den oraya çok insanın gitmesini beklememek gerekirse de, Rusya ve Ortadoğu'dan kesinlikle çok daha fazlası gelip yerleşecektir.

Sözünü ettiğimiz topraklar aynı zamanda Kürtler tarafından da dile getiriliyor, Kürdistan olarak isimlendiriliyor…

Kürtler bu seçeneğin kendileri için de yararlı olduğunu görebilirler. Bu işten Ermeniler ya da Türklerden çok onlar fayda sağlayacaktır. Çünkü bu topraklarda yaşam koşullarını temelden iyileştirerek devam edebilecek, üzerlerinde Türk baskısı diye bir şey olmayacaktır.



[1] Ermenistan eski Kanada Büyükelçisi (2000-2006)

[2] Wilson Ermenistanı, Ermeni Cumhuriyetinin Sevr Antlaşmasında (10 Ağustos 1920) belirlenen, ilk sınır yapılandırmasını işaret eder. 

[3] 1999 yılında, Yerevan’da Ara Papian tarafından kurulmuştur.

Ermeni soykırımı Tanıma ve tazminatlar

E-bülten

E-bültenimize üye olmak için

"Repair" proje ortaklari

 

Twitter

Facebook