Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Ermeni diasporasından bakış Türkiye : bölünmüş bir sivil toplum için nasıl bir gelecek ? |
Raffi KalfayanHukukçu, Uluslararası İnsan Hakları Ligleri Federasyonu (FIDH) eski genel sekreteri |
Raffi Kalfayan Türkiye’de sivil toplumun tarihini ve 1990’lı yıllardan bu yana günümüzdeki profilini resmediyor. Yapılanmasını, siyasi ortamı ile değerlerini inceliyor ve iktidarın karşısında toplumdaki kırılmaların panoramasını çıkarıyor. Sivil toplumun içindeki karşıtlıkların devletin vesayetinde olmasını kolaylaştırdığını ve kamusal alanda etkisini azalttığını ortaya koyuyor. Gitgide otoriterleşen ve toplumu muhafazakârlaştıran bir iktidara karşı Gezi’nin ardından “Sivil toplumun nasıl bir dayanıklılık gücü olabilir?” kritik sorusunu soruyor.
Türkiye’de durum son yıllarda, özellikle de son 24 ayda ve geçen haftalarda, o kadar hızlı değişiyor ki Türkiye’de sivil toplumdan ve onun etkin rolünden bahsetmek zor bir iş. 15 Ocak 2016’da Kürtlere karşı işlenen suçlara son verilmesi ve müzakerelere yeniden başlanması[1] için bir bildiriye imza atan 21 akademisyen –toplam 1128 akademisyen bildiriyi imzalamıştı- evlerinde gözaltına alındılar.[2] Türk milletine hakaretle (Türk Ceza Kanununun sakıncalı kişi ya da fikirlere karşı kullanılan ve içine her şeyin tıkıştırıldığı 301. maddesi)[3] ve terörizm propagandasıyla suçlandılar. Bu gözaltına alma dalgası Cumhurbaşkanının akademisyenleri hain ilan eden ve ülkede yabancı güçlerle ilişkili bir “beşinci kuvvet” oluşturmakla itham ettiği sert konuşmasından birkaç saat sonra hayata geçirildi.[4]
2000-2013 arasında her alanda –ekonomik, siyasi, dini- özgürleşmeye tanık olunmuş ve başta Kürtlere yönelik olmak üzere tüm azınlıklara dair olumlu adımlar atılmışken[5] ülke yeniden belirsizliğe savruluyor. Bu durum yapısı ve ortamı iktidar ile AKP’nin başlattığı artan İslamileşme tarafından etki altında olan bölünmüş bir sivil toplumun gücünün de facto kırılganlaşmasını da beraberinde getiriyor.
Türkiye çok boyutlu ve keskin bir kriz yaşıyor.
Türkiye’de sivil toplumu tarihine ve 1990’lı yıllardan bugüne profiline bakarak tanımlamanın ötesinde yapısını, siyasi ortamını, değerlerini anlamaya ve gerçek gücünü ölçmeye çalışacağız.
Dini olgunun damgasını vurduğu bir sivil toplum
Sivil toplumun tarihi ona verdiğiniz tanıma göre değişiyor. Dernekler anlamında bakarsak 1850 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğu çok sayıda yapıların, Müslüman ya da Gayrimüslim meşhur dini vakıfların[6] (Osmanlı’da Türk ve İslami vakıfların sayısı on binlerle ölçülüyordu, oysa Gayrimüslim vakıfların sayısı Cumhuriyet’ten önce 168’di) kurulmasına tanık olmuştu.[7] İmparatorluk fermanıyla kurulan ve başka izne gerek duymayan vakıflar 1936’dan itibaren tüm mülkiyetlerini listeleyerek idari olarak kaydettirmek zorunda kaldı.[8] Devletin cevaplayamadığı sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlara çözümler geliştiren insani faaliyetleriyle dikkat çekiyorlardı. Vakıflar dini kurumları ve bu kurumlara ait malları da idare ediyorlardı.
Cumhuriyet döneminde vakıflarla ilgili tüm işlemler ve yönetim Başbakanlığa bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne aktarıldı (1924). Bu müdürlüğün ilk görevi tüm vakıfların tüzüklerine göre faaliyet gösterdiğini denetlemek ve kurumsallaşmış yardımlaşma ve dayanışmanın ifadesi olan vakıf kavramını yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmaktı.
Devletin modernleşmesini esas alan Kemalist dönem boyunca (1923-1945) ve çok partili dönemde sivil toplum kurumları demokratikleşmeye ve kamu hayatına katkı sunma modern anlamındaki kamusal hayata çok katılamadılar. Devlet kamusal hayatın tek hakimi ve gücüydü. Dernekleri de tamamen kontrol ediyordu.
Siyasi hayata katılmanın önündeki engel anayasadan kaynaklanıyordu. 1982 Anayasasının 33. maddesi derneklerin idari makamlar tarafından tanınması ve faaliyetlerinin Anayasanın 13. Maddesine aykırı olmamasını öngörüyordu. Bu madde devletin ve milletin birliğini, milli egemenliği, Cumhuriyeti, kamu düzenini ve barışını, ahlakı, sağlığı ve kamu mallarını koruyordu. Bu kapsamın geniş yorumlanması sivil toplum kurumlarının varlık sebebini, siyasi, ekonomik ve sosyal tartışmalara dahil olmayı tehdit ediyordu. 1995 tarihli Anayasa reformu bu maddeleri kaldıracaktı.
Modern bir sivil toplumun ortaya çıkması ve gelişmesine tanıklık etmek için 80’li yılları ve 2000’li yılların başını beklemek gerekecekti. Avrupa Birliği ile uyum önlemlerinin ve reformların getirdiği yaklaşım değişikliği ve hukuki gelişmeler sayesinde STK’lar için yeni bir dönem başlıyordu, bu da sivil toplumun rolünü güçlendirmeye yola açacaktı.[9] 2005’te faaliyette olan derneklerin sayısı 80 750’ye yükselir. Bu derneklerin yarısı kültür, sağlık, sosyal dayanışma, kadınlar ve ticaret gibi alanlarda sosyal amaçlı faaliyetlere sahiptir, 3056 kültürel, 13 468 yardımlaşma, 5748 eğitim ve 13 992’si sportif amaçlıdır. Vakıfların sayısı 4500’dür. Sivil toplum kurumlarının toplam üye sayısı, sendikalar da dahil edildiğinde, yaklaşık 8,5 milyondur. Bu sayının yarısını dernek üyeleri oluşturur.[10]
1980-2000’li yıllara denk gelen bu dönem paradoksal olarak İslami değerleri öne çıkaran partilerin iktidara gelmesiyle toplumun İslamileştirilmesinin de tekrar ortaya çıkış dönemidir. Bu durum kamusal hayatta aktif ama sivil toplumun farklı bölümlerini temsil eden yapıların ve nüfusun İslamileştirilmesi sürecine eşlik eden bir araç olacak yeni bir sivil toplumun doğuşuna yol açmıştır.
İslami STK’ların[11] kuruluşu ve yükselişi mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ideolojik hocası olan Necmettin Erbakan’ın[12] tekrar siyaset sahnesine dönmesiyle ya da AKP’nin iktidara gelişiyle hayata geçmiştir.[13]
Örnek olarak şu kuruluşları sayabiliriz :
- Ak-Der (Ayrımcılığa karşı kadın hakları derneği) : 1999’da kurulan dernek resmi olarak eğitim ve çalışma hayatında ayrımcılığa karşı mücadeleyi amaçlıyor, ancak faaliyetleri kadınların başörtüsü hakkına saygıyı savunmakla sınırlı.
- Özgür Der (Özgür düşünce ve eğitim hakları derneği) : 1999’da kurulan dernek resmi olarak eğitim hakkını savunuyor ancak açıkça modern feminizme karşı ve başörtüsü hakkı için mücadele ediyor.
- Müsiad (Müstakil sanayici ve işadamları derneği) : 1990’da kurulan ve 71 şehirde 35 000 şirket ile 7500 üyeyi biraraya getiren dernek İslami yeni patron burjuvazisinden oluşuyor ve bazı konularda - Mayıs-Haziran 2013’te Gezi Parkı eylemlerinin şiddetle bastırılmasına[14] dair iktidar çizgisinde bir tavır izlemesi ya da yukarıda bahsettiğimiz barış bildirisi imzacısı akademisyenlere karşı uygulamaları onaylaması gibi- Tüsiad ile karşı karşıya geliyor.
- Mazlum-Der (İnsan hakları ve mazlumlar için dayanışma derneği) : Dernek İHD[15] (İnsan Hakları Derneği)’nin başörtüsü yasağını o dönem bir sorun olarak görmeyen laik çizgisine tepki olarak 1991’de kurulur.
İlk iki STK ideolojik açıdan daha keskin ve daha çok ahlaki değerleri savunmakta iken diğer ikisi siyasi konularda daha açık olabilmekte ve tüzüklerine uygun davranmaktadırlar.
Bu kurumlar kamusal tartışmalara dahil oldular ama aynı zamanda kurulmaları ve faaliyetleri iktidardaki parti tarafından hayata geçirilen politikaların güçlenmesine ve desteklenmesine katkı sundu.
Bu durumun Türkiye’ye has olmadığını çünkü dünyada çoğu ülkede ilkeleri ve değerleri sürekli ve objektif bir şekilde savunan tamamen bağımsız kuruluşların sayısının az olduğunu belirtmek gerekir.
Bu artan sayıdaki STK’lar AKP’nin dış politika alanına da müdahil olmuş durumdalar. İslami yaklaşımdaki İHH (İnsani Yardım Vakfı) insani yardım alanında baş aktörlerden biri haline geldi. İHH Türkiye’de ve yurtdışında zor durumdaki kişilere yardım sağlıyor. İsrail’in ablukası altındaki Gazze’deki Filistinli nüfusa yardım götürmek için Mavi Marmara filosunu da İHH organize etti.
Sivil toplumun karşıtlıkları vesayet altında olmasını kolaylaştırıyor ve kamusal alandaki etkisini zayıflatıyor
Türkiye’deki STK’lar çeşitli karşıtlıklar arasında kalıyor ve Türkiye’yi zorlayan sosyal ve siyasal bölünmeleri aşabilecek başka bir güç haline gelmesini sağlayacak bir unsur yok. Tigrane Yegavian bu alanda üç ayrı grubu not ediyor : laik ve milliyetçi dernekler, siyasal İslamın farklı tandanslarına bağlı STK’lar ve eski devrimci solun mirasçısı dernekler.[16]
Bu kurumlar dinamik bir gelişime tanık oluyorlar ama kamusal alanda etkileri bir yandan aralarındaki sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel ve dini kırılmalar, diğer yandan da yetkinlikleri ve kaynaklarının uyumsuzluğu yüzünden sınırlı görünüyor.
Yukarıda verilen örnekler doğrudan ya da el atından hükümet tarafından desteklenen yeni STK’lar diğerlerine karşı çıktığı zaman zaman sivil toplumun denge unsuru olma gücünün iptal olmasının bir örneğidir.
Başka parametreler de sivil toplumun etkinliğini ve tanınmasını zorlaştırıyor.
Öncelikle hukuk devletinin kırılganlığı (ki hukuka uygunluk 2003-2013 arasında önemli bir niteliksel sıçrama yapmıştı), sistemik yolsuzluk ve çok merkezileşmiş yönetim sivil toplumun gelişmesini ve kamusal hayata tamamen katılmasını engelliyor.
Ayrıca hükümette olduğu gibi sivil toplumun kurumlarında da hoşgörü, iç demokrasi ve iyi yönetim ilkelerine taraftar olanlar az.
Bu kurumların etkinliklerine gelince genel olarak aralarından az miktarda STK genel konularda –yoksulluğun ya da eşitsizliklerin azaltılması gibi- faaliyet gösteriyor. 2000-2013 arasında gelişen alanlar insan hakları ve cinsiyet eşitliği savunusu, şiddetle mücadele (cezaevlerinde ya da güvenlik güçleri tarafından işkence ve kötü muamelenin önlenmesi) ile sürdürebilir kalkınma oldu.
Hukuksal, mali ve idari ortam sivil toplumun gelişimi için kolaylaştırıcı değil, özellikle de hükümete ya da yöneticilere karşı bir güç oluşturabilecek olanlar için.
STK’lar mevcut faaliyetlerini etkileyen ve özel -özellikle de yabancı vakıflardan gelen- bağışları cesaretlendirmeyen şekilde devletin orantısız bir denetimine tabiler. En göz önündeki STK’lar “dış düşmanlar” tarafından manipüle edilme suçlamasına yol vermemek için yurtdışından gelen yardım ya da sübvansiyonlardan kaçınıyorlar. İçişleri Bakanlığı STK’ların kayıt altına alınmasından, mali denetiminden ve illegal faaliyeti önlemekten sorumlu, bu da ona aşırı bir güç veriyor.
Sivil topluma yönelik kamu fonları açıkça belirlenmiş kriterlerden yoksun ve pek şeffaf olmayan kurallara tabii. Kamu fonları bakanlıklar ve ortaklık mekanizmaları tarafından ve nadiren sübvansiyon, yardım ya da sözleşme şeklinde veriliyor.
Devlet her zaman eğitsel, kültürel ve dini amaçlı derneklerin üzerinde denetim uyguladı. Anayasanın 14. maddesi ahlaki ve dini eğitimin devletin denetimi ve gözetimi altında olmasını öngörüyor.
Diyanet Anayasanın 136. maddesinde yer alıyor. Atatürk tarafından 3 Mart 1924’te kurulan bu kurum günümüzde 100 000 memuru[17] ve 77 500 camiyi idare ediyor. Sadece Sünni Müslümanlara hizmetleri finanse ediyor (Sünni olmayan inançlar mali olarak özerk bir işleyişi sağlamak zorunda, yaklaşık 10-12 milyon Alevinin yaşadığı gibi idari engellerle karşılaşmadıkları zaman).
Vergi toplanmasında bütün vatandaşlar eşit. Mükellefiyet oranı dini inanca göre değil. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı sebebiyle Türk vatandaşları toplanan verginin kullanımında eşit değiller. 2016’da 6,5 milyar liralık (yaklaşık 2 milyar Euro)[18] bir bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı bir nevi devlet içinde devlet. Diyanet’e aktarılan bütçe 12 bakanlığın bütçesini geçiyor, İçişleri Bakanlığı’nınkinden %40 fazla ve Dışişleri Bakanlığı, Enerji, Kültür ve Turizm bakanlıkları bütçesine eşit.[19]
İslam’ın Türkiye’ye vurduğu damga Batılı anlamda laik bir sivil toplum modelini esas alan bir karşıt gücün oluşmasına ideolojik bir fren oluşturuyor olabilir mi ? Ayşe Kadıoğlu Ernest Geller’in İslam’ın sivil toplum kavramının kendisine rakip olarak konumlandığını aktaran İslam ve sivil toplum ilişkilerine dair çalışmalarından bahsediyor.[20]
Özetle sivil toplum dinamik bir şekilde gelişiyor ama her zamankinden daha fazla bölünmüş, karşıtlık içinde ve doğrudan ya da dolaylı olarak devletin denetimindedir. Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla ciddi siyasi ve mali imkanlara sahip siyasal-sosyal İslam ise sivil toplum kavramıyla rekabet ediyor.[21] Son olarak hukuki reform projelerine dair STK’ların sistematik olarak görüşünün alınmasını sağlayabilecek hükümetle işbirliği mekanizmaları hala mevcut değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sorunlarla yüzleşmekten kaçışı
2014 başından beri sivil toplumun çeşitli kesimlerine yönelik özellikle devletten gelen saldırılara tanık oluyoruz. Bu durum hakların ve özgürlüklerin gerilemesine ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin zedelenmesine yol açıyor.
Aralık 2013’te yakınlarına yönelik yolsuzluk iddialarının Erdoğan’ın öfkesine ve otoriterleşmesine yol açtığı ifade ediliyor. İddiaları ortaya atanları darbe teşebbüsünde bulunmakla suçladı ve bu bilgiyi sızdırmakla itham ettiği Gülen[22] hareketinin mensuplarına yönelik bir cadı avı başlattı. Bu gelişmeler hükümetin yargıya ve basına müdahalesini tekrar başlattı.
Milli Güvenlik Kurulu’nun gündeminde üst sırada yer alan “Paralel yapılar”la[23] mücadele adına Cumhurbaşkanı kamuda, özellikle emniyet, istihbarat ve yargı teşkilatında çok sayıda kişiyi görevden aldı. Hükümet yargı mensuplarını ve HSYK’yı[24] etkin bir şekilde kontrolüne aldı ve bu şekilde kendisine itaat etmeyen savcı ve hakimleri başka yerlere sürdü.
Milli Güvenlik Kurulu Kemalist askerler tarafından yönetildiği dönemde siyasal İslam’ı Türkiye’nin birinci iç düşmanı olarak tanımlamıştı.[25] Bu kurumu 2007’de sonra (Ergenekon davaları ve yüksek rütbeli laik-kemalist askerlerin tasfiyesi ile) kontrolü altına aldıktan Erdoğan ve AKP ikinci bir tasfiyeye, bu defa “Gülenci”lerinkine yöneldi.
Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan basın özgürlüğünü tehdit etmeye ve gazetecileri hapse attırmaya devam ediyor. Bu vakalardan en yakın tarihli olan Cumhuriyet gazetesi Genel yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül[26] sembol haline geldiler ama bu durumdaki tek gazeteci değiller.[27] Bu gazeteciler MİT’in[28] Suriye’ye silah transferine dair haberler yayınladıkları için 29 Kasım 2015’ten beri tutukluydular[29], “casusluk”, “devlet sırlarını açığa çıkarma” ve “terörist örgüte destek”le[30] suçlandılar ve haklarında müebbet hapis cezası talep edildi.
Türkiye-Işid arasındaki silah transferini soruşturan savcılar da 14 Ocak 2016’te meslekten ihraç edildi.[31]
Aralık 2015’te dini özgürlüğü göz etmediği suçlamasıyla ODTÜ’ye [32] karşı yürütülen bir kampanya ile üniversitelerin özgürlüğüne müdahale edildi. Yukarıda belirttiğimiz gibi akademisyenlerin düşünce özgürlüğüne karşı ciddi bir saldırı halen devam etmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikalarının yön değiştirmesi ani ve beklenmedik oldu. Bu kararlarının derin sebeplerini çözebilmek zor.
Öncelikle birkaç yıl önce kendisinin başlattığı hukuki girişimlere son verdi. Ergenekon grubundan bazı kişiler serbest bırakıldı.[33] Hrant Dink cinayetini soruşturan savcı görevinden alındı[34] oysa İstanbul ve başka illerden 26 polis memurunun soruşturulmasına karar vermişti. Bu davada yüksek mevkideki memurlar ve güvenlik güçlerine yönelik suçlamaların tamamı düşmüştü.[35]
Bu adımlar şaşırtıcı çünkü, iktidarını ve çıkarlarını korumaktan başka, hangi stratejiye dayanabileceğini çözmek mümkün değil, Özellikle onlara karşı gelmeyi aklından geçirecekleri caydırmak ve terörize etmeyi amaçlıyor. Doğal olarak basının otosansür uygulamasına ve işlerini, terfilerini, kariyerlerini riske atmak istemeyen memurların (öğretim görevlileri, yargı ve emniyet mensupları) etkisiz hale gelmesine yol açıyor.
2015’te Haziran ayındaki seçimler göreceli bir şekilde demokrasiye uygun yapılmış olmasına rağmen kampanya süreci medyaya ve gazetecilere, Güneydoğu’da da HDP[36] mensupları ve bürolarına saldırılarla dolu bu özgürlük karşıtı ve ayrımcı atmosferde geçti. Buna rağmen AKP parlamentoda çoğunluğu kaybetti, bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çileden çıkardı. Bunun üzerine bir kopma politikasına girişti. Kürt sorunun çözümü için PKK ve HDP ile müzakerelere tek taraflı olarak son verdi, PKK militanlarına karşı gerçek bir savaşa girişti, sonra da 1 Kasım 2015’te tekrar seçime gitti. Kürt sorunun çözüm sürecine temel oluşturacak 11 Haziran 2014 kanunu ve bu kanunla amaçlanan istikrar ve insan haklarının korunması da rafa kalktı.
Ekonomik olarak kaderine terk edilmiş ve halkın işsizlik ve yoksulluğa mahkum olduğu belediyelerini yönetmek için bütçeye ihtiyaç duyan Kürt ileri gelenlerini korkutmak ve etkilemek için bilinçli bir şekilde bu adımlar ölümcüldü. Amaçlanan seçmenleri güvensizlik ve kaosa karşı tek sığınak olarak konumlanan AKP’ye tekrar yöneltmekti.
Girişimin amacının bariz olması başarısını engellemedi. Askeri operasyonların yanı sıra Işid’e atfedilen saldırıların sonucu olarak iktidar güvenlik bazlı söylemlerini ve terörizm karşıtı politikasını güçlendirdi, bu da keyfi davranışların yolunu açmış oldu.
Son olarak devletin kaynaklarının iktidardaki parti tarafından kullanımı ve Cumhurbaşkanının AKP lehine kampanyaya şahsen katılması seçmenlerin tercihini belirledi ve AKP 1 Kasım seçimleri sonucunda çoğunluğu tekrar elde etti.
Azınlıkları, LGBT’leri ve kadınları hedef alan ayrımcılık ve nefret söylemi kuvvetle geri geldi.
Anayasa reformu süreci işlemiyor. Uzlaşma komisyonunda AKP ve diğer aktörler arasında derin bir anlaşmazlık mevcut.
AKP’nin bazı “baronları” Cumhurbaşkanı Erdoğan’la aralarına mesafe koymuş durumdalar.[37]
Türkiye’nin çelişkili dış politikası ve özellikle Işid’le ilişkisi, Rus uçağının düşürülmesi, İran’ın bölgede etkisine karşı Suudi Arabistan ve İsrail’le ittifakı, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki ihtilafa müdahalesi ve ne pahasına olursa olsun Esad rejimini devirmek istemesi Ahmet Davutoğlu’nun[38] bir zamanlar çok sevdiği komşularla “sıfır sorun” politikasını yok etti. Aksine bu politika başka gerilimlere yol açtı. İçerideki aykırı sesleri daha iyi susturmak için dış tehditler yaratmak, böylece içerideki muhalifleri milli güvenlik için bir tehdit olarak göstermek stratejisi değil midir bu durum?
Sivil toplumun yeni kırılma hatları ve bunun sonuçları
Şu anda yaşanan krizler kuruluşa dair (Müslüman Türkler ve gayri Müslüm azınlıklar arasında), dini (Sünniler ve Aleviler arasında), sosyal (laikler ve laik olmayanlar arasında) ve ekonomik (Batı’daki büyük metropoller ve Güneydoğu bölgeleri arasında) var olan geleneksel kırılma hatlarına eklendi.
Erdoğan’ın otoriterleşmesi ve iktidarın şahsileşmesinden beri ülke Gülen ve Erdoğan arasındaki çatışmaya ek olarak çoğunluğa sahip parti AKP içinde bölünüyor, bu durum da yargı, ordu ve emniyet içinde önemli sonuçlar doğuruyor.
Bu ciddi krizde en çok haklar ve özgürlükler kayba uğruyor. Bu sertleşmenin ilk kurbanının azınlıklar olması riski var. Milliyetçilik güçlü bir ideoloji olarak kalmaya devam ediyor. Anayasanın başlangıcındaki ilk paragrafı hatırlayalım : “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda…”. Bu ifadede güçlü bir şekilde mevcut milliyetçilik geleneksel partilerin ideolojilerini aşıyor ve zayıflamıyor, birkaç aydır Kürt siyasetçilerin ya da militanların kitlesel olarak tutuklanması, Kürtlerin yaşadığı yerlerin yerle bir edilmesi, ablukaya alınması, aydınlatılamayan cinayetler ve PKK’ya karşı ağır silahlarla gerçek anlamda bir savaş yürütülmesi gibi daha ciddi kırılmalara yol açıyor.
Gayrimüslim azınlıklar (Ermeni ve Yahudiler) ve Kürt azınlığı ve onlar üzerinden Batılı güçler yeniden nefret söyleminin hedefi oldu çünkü istikrarsızlığın arkasında olmakla itham ediliyorlar.
Sivil toplumun nasıl bir dayanıklılık gücü olabilir ?
11 Ocak’taki bildiriyi imzalayan akademisyenlere karşı saldırıların sivil toplumun farklı kesimlerine etkileri oldu. Tepki olarak 1000 yeni akademisyen bildiriyi imzaladı, ayrıca 500 gazeteci bir destek bildirisi yayınladı, onları farklı barolardan 2000 avukat, sinemacılar, edebiyatçılar, oyuncular ve psikologlar izledi.[39] Ancak sivil toplumun yapılardan yoksun ve otoriterleşmeye karşı mücadelede en önemli ve izlenmesi gereken kesimi öğrencilerdir. 18 Ocak’ta 30 bin öğrenci tehdit edilen akademisyenlere destek amacıyla bir bildiriyi imzalamıştı.
Türkiye’nin metropollerinde yaşayan gençlerin muhteşem dinamizmi ve modernliği Mayıs-Haziran 2013’te Gezi eylemleri sırasında olduğu gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı frenler mi ? Erdoğan bir kısmı metropollere taşınmış taşranın milliyetçi ve İslami muhafazakârlığının desteğine sahip. Sosyo-politik çatışma riski mevcut. Anayasal ve kutsal addedilen milliyetçilik rejimin sivil toplumda yol açtığı çok sayıdaki kırılmayı aşabilecek mi ?
Sosyolog Mustafa Poyraz’a göre ekonomik liberalizm ve muhafazakârlığı ahlak ve kamusal özgürlükler alanında bağdaştırmaya çalışan bu ülkede gençlerin Gezi’deki protesto hareketi özgürlük ve haysiyet temelliydi. Ordunun ve Kemalist bürokrasinin gücünü etkisizleştirdikten sonra ülke yeni seküler karşıt güçlerini arıyor. Bugün gençler muhafazakâr ve dini güçlere karşı denge oluşturacak kuvvetlerin işlemediğini ve modernlik arzusunu –ki bu arzu siyasi ya da dini farklılıklarının ötesinde çok sayıda Türk’ün ortak arzusu- sadece kendilerinin savunduğunu düşünüyor. Sol, aşırı sol, çevreciler ve hatta bazı İslamcılar ortak özgürlük ve demokrasi değerleri etrafında buluşup diğer hareketlere hoşgörüyle yaklaşabiliyor. Yasal bir muhalif güç oluşturabilecek bir sivil toplumun doğuşuna tanık oluyoruz.[40]
Bu makale 15 Ocak 2016’da Paris Jeopoltik Akademisi’nde “Ortadoğu’da sivil toplumlar” başlıklı toplantıdaki sunumun metnidir.
[1] http://factsonturkey.org/24077/academics-researchers-in-turkey-call-for-immediate-end-to-violence-in-kurdish-areas/
[2] Türkiye’de araştırma ve öğretim özgürlüğü uluslararası çalışma grubunun makalesi http://www.lemonde.fr/idees/article/2016/01/18/m-erdogan-cessez-votre-offensive-contre-la-liberte-de-recherche-et-d-enseignement-en-turquie_4849110_3232.html du 18 janvier 2016.
[3] Hrant Dink, Orhan Pamuk ve azınlık haklarını savunan çok sayıda avukat, gazeteci ve siyasetçi bu maddeden soruşturmaya uğradı.
[4] Aynı ifadeler İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından 1915’te Anadolu Ermenilerinin tehciri ve imhasından önce de kullanılmıştı.
[5] Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu 1915’teki trajik olayların kurbanı Ermenilerin acılarını tanıdıklarına ve paylaştıklarına dair açıklamalarda bulundular.
[6] Anadolu’daki ilk vakfın kurulmasına dair belge 1048 tarihli.
[7] Her inanca ait vakıflar mevcut.
[8] 1974’te Kıbrıs krizi sırasında “iç düşman”lara yönelik bir kampanyanın sonucunda gayrimüslim vakıfların edinilmiş ya da bağışla alınmış mülklerine 1936’da yargı yoluyla el konuldu. Bu kararlar 2007’de AİHM’e gidince Türk hükümeti geri adım attı ve 2011’de bu duruma son veren bir kararname yayınladı. Mülkleri özellikle kısıtlayıcı formaliteler sonucunda iade etme niyetlerini beyan ettiler.
[9] Yaklaşık 1 650 STK AB-Türkiye diyaloguna katıldı.
[10] Ibid.
[11] Bu konuda bknz. “Civil Society, Islam and Democracy in Turkey: A Study of Three Islamic Non-Governmental Organizations”, Ayşe Kadıoglu, Sabanci University, Istanbul, Turkey.
[12] Necmettin Erbakan siyasal İslam’ın Türkiye’deki öncüsü olan bir siyasetçidir. Anayasada yazılı laiklik ilkesine uymama suçlamasıyla aniden istifaya zorlanan 1996-1997 arasında ilk İslamcı hükümetin başındaydı.
[13] 2002’de.
[14] Eylemlere müdahale sonucunda dört kişi öldü ve 4000 kişi yaralandı.
[15] İnsan Hakları Derneği
[16] Tigrane Yegavian « Turquie : une société qui s’interroge sur elle-même et son histoire » dans Afrique-Asie n°9, janvier-février 2011, pp.42-47.
[17] Diyanet 2010-2015 arasında 10 bin memur alımı yaptı ama toplam memur sayısı aynı kaldı çünkü çalışanlarını başka kurumlara yerleştirdi.
[18] http://www.hurriyetdailynews.com/intelligence-religious-affairs-set-to-take-huge-share-of-turkeys-2016-budget--.aspx?pageID=238&nID=89761&NewsCatID=344
[20] Ernest Gellner, Conditions of Liberty: Civil Society and its Rivals (Hamish Hamilton, London, 1994).
[21] http://www.todayszaman.com/national_religious-affairs-directorate-used-as-tool-for-govt-favoritism_348039.html
[22] ABD’de sürgünde olan Fethullah Gülen bu hareketin kurucusudur.
[23] EU Enlargement strategy report, Brussels, 10.11.2015, SWD(2015) 216 final.
[24] Fransa’da yüksek yargı organının dengi.
[25] 28 Şubat 1997 kararı.
[26] http://www.hurriyetdailynews.com/jailed-journalists-in-turkey-say-arrest-aimed-at-gagging-press.aspx?pageID=238&nID=94085&NewsCatID=339
[27] Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye 2015’te 180 ülke arasında 149. sırada. 40 gazeteci serbest bırakılmasına karşın haklarındaki davalar devam ediyor. RSF internet üzerinde sansürün, soruşturmaların, gazetecilerin işten çıkarılmasının, bazı konularda haber yapmanın yasaklanmasının arttığını tespit ediyor. Büyük bir yolsuzluk skandalı ile sarsılan hükümetin suçlamaları örtbas etmek ve bir numaralı düşmanının, Gülen cemaatinin, etkisini azaltmak için her şeyi göze aldığı söyleniyor.
[28] Türk gizli servisi.
[29] 26 Şubat 2016’da serbest bırakıldılar (NDLR)
[30] Reporters Sans Frontières web sitesi.
[31] http://www.todayszaman.com/national_all-prosecutors-in-weapons-truck-probes-dismissed-from-profession_409611.html
[32] Today’s Zaman, 29 Aralık 2015
[33] Özellikle Ergenekon’un önde gelen isimlerinden biri olmakla ve başka suçlarla birlikte Hrant Dink cinayetini azmettirmekle suçlanan Albay Veli Küçük.
[34] http://www.agos.com.tr/en/article/13970/gokalp-kokcu-the-prosecutor-of-dink-case-dismissed-from-the-investigation
[35] http://www.hurriyetdailynews.com/26-police-officers-to-stand-trial-in-dink-case.aspx?pageID=238&nID=92594&NewsCatID=509
[36] Halkların Demokratik Partisi.
[37] Bülent Arınç, Abdullah Gül.
[38] O dönem Dışişleri Bakanı’ydı.