Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış
Feyyaz Kerimo |
Feyyaz KerimoYazar ve öğretmen |
İsveç'te yaşayan yazar ve öğretmen Feyyaz Kerimo'ya göre bugün güçsüzleştirilmiş ve parçalara ayrılmış Süryani kimliğinde 1915 soykırımının geri dönülmez etkileri oldu. Irak ve Suriye'deki son gelişmeler yeni göç dalgalarına yol açarken Türkiye'ye geri dönüş fikri diaspora'da büyüyen yeni kuşaklar için çok uzak.
Günümüzde Süryaniler kimliklerini nasıl tanımlıyorlar? Bu tanımlayışta geçtiğimiz yıllarda değişiklikler oldu mu ?
Genel olarak ulusal kimlik kavramı, Rönesans ile birlikte özellikle dil ve tarih etrafında ortaya çıkmıştır. Bazı özellikler etrafında bir ortak paydayı ifade etmektedir. Ulusal kimlik bana göre her şeyden önce, bir aidiyet sorunudur.
Kendi anavatanı olan Bethnahrin’de (Süryanice Mezopotamya) Süryaniler, bir ‘Azınlık’, ‘Dinsel Azınlık’ veya sıklıkla (hatta günümüze dek) bir ‘Cemaat’ olarak tanımlanmıştır. Örneğin ‘cemaat’ tanımlaması, Türkiye’de, devlet ve TC’nin kalemşörleri tarafından bilinçlice ifade edilmekte, çünkü bunda fayda görülmektedir. Bu tarz tanımlanmalar, bizi bir halk olarak bütün hak ve özgürlüklerimizden kısmen de olsa feragat etmemize müsaade ettiğinden dolayı gerçekçi ve doğru değildir.
Süryaniler, kaldıkları coğrafyalarda hep geri bıraktırıldıklarından dolayı, zar zor ayakta bırakılan tek kurum ile, ‘kilise’ ve ‘din’ etrafında kendilerini tarif etmek durumunda kaldılar. Eşyanın tabiatına uygun olarak, Müslüman çoğunluğun arasında kendilerini son iki bin yıldır ‘Hristiyan’ olarak tarif ettiler. Sosyolojinin en önemli sorularından biri olan ‘Sen kimsin ?’ sorusuna Süryaniler böylece, ‘Ben Hristiyanım’ diye cevap verdiler. Çünkü sonuç itibarıyle kendisini, çoğunluk (Müslüman) toplumundan ayıran (bildiği kadarıyla) tek özellik Hristiyan olmasıydı.
Ancak Süryani halkı, anavatanından göç etmek zorunda kalıp, diyasporaya çıktığında aynı soruyla bu kez burada da karşılaştı. Ona göre Avrupa ‘Hristiyandı’ ve kendi ‘anavatanıydı.’ Bu soruyla bu defa, örneğin İsveç’te karşılaştığında yine ‘Ben Hristiyanım’ dedi. Fakat bu sefer, aynı soruyla tekrar karşı karşıya kaldı: ‘Evet, anlıyorum ama sen kimsin?’ der İsveçli. Çünkü bir İsveçli için din, bir kimliğin ayırdedici ögelerinden biri değildir.
Süryaniler, işte o zaman ‘Hristiyan’ olmanın kendini tarif etmesine yetmediğini ve başka özelliklerin de gerekli olduğunu anladılar. Böylece Süryaniler, kitlesel anlamda bir kimlik arayışına diasporada giriştiler. Ve pek de sağlıklı gelişmeyen bu arayış Süryani halkı arasında bir kutuplaşmaya yol açtı.
Genel anlamda kısaca anlatacak olursam: Süryani halkının Aramice konuşmasından yola çıkarak Arami kökenli olduğunu iddia eden bir taraf olduğu gibi; Eski Mezopotamya’da imparatorluklar kurmuş Asurluların torunları olduğunu söyleyen bir de öteki taraf vardır. Bu ikisi içinde de yer alan bazı (futbol takımı tutar gibi) fanatik ‘Aramici’ ya da ‘Asurici’ler sebebiyle iş, zaman zaman birbirlerini inkar etme noktasına kadar götürüldü. Bugün de bunu yapanların sayısı az değildir.
Süryani kimliği dendiği zaman bana göre; altı bin yıldır aynı topraklarda (Mezopotamya) yaşayan, aynı dili konuşan (Doğu ve Batı Süryanice), tarihsel süreç içinde ortak bir kültürel geçmişe sahip olmuş ve bugün kendini Süryani, Keldani, Asuri, Arami, Maruni, Melkit, Yakubi, Nasturi vb isimlerle tarif edenlerin hepsi bir ve aynı halkın evlatlarıdırlar.
Bugün Süryani kimliğindeki temel sorun, küçük parçalara bölünmüş, güçsüzleştirilmiş, asimile edilmiş ve atomize olmuş Süryani ulusal kimliğinin doğru bir tarihsel perspektife oturtularak ortak bir aidiyetinin yaratılması sorunudur. Bu da sonuç itibarıyle bir bilinç ve aydınlanma meselesidir. Hiç kuşkusuz, bir süreç sorunudur. Bizde ise bu, daha emekleme devrindedir.
İşte bu bağlamda kimlik, hem ‘ben bilincine’ hem de onun ‘sürekliliğine’ dayanmaktadır. Yani insanların sadece bugün kim olduklarını bilmeleri yetmiyor. "Dün kimdik, bugün kimiz ve yarın da kim olmak isteriz"in bilincine varması gerekiyor. Bu bilinçlenme, bazı semboller biçiminde kendini gösteren ortak aidiyetlerin ortaya çıkarılmasını ve halkın da onu sahiplenmesini – kavramasını - şart koşar. Bu sembollere Süryani kimliği açısından örneğin, bütün lehçeleriyle dili, dini, tarihi, kültürü, ortak gelecek tahayyülünü ve uğradığı 1915 soykırımını göstermek mümkündür.
Fakat bütün bu özellikler var olsa dahi, eğer onları koruyup geliştirecek bir bilinciniz yoksa, bunların hiçbir anlam ve önemi kalmamaktadır. Süryanilerdeki en önemli sorun da maalesef budur.
Ermeni Soykırımı'nın Ermeni Kimliği'nde bir kırılma yarattığını, kimlikte belirleyici rol oynadığını biliyoruz. 1915'in Süryani Kimliği'nde benzer bir belirleyiciliği söz konusu mu ?
Süryaniler 1915 Soykırımına, ‘Seyfo’ derler. Seyfo Süryanicede, ‘Kılıç’ anlamına gelmektedir. Çünkü 1915’te Süryani Halkı ‘kılıçtan geçirildi’. Yüzbinlerce Süryani kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç insan hunharca katledildi; Suriye, Kafkasya, Lübnan, İran ve Irak’a sürüldü, tecavüze uğradı, ‘Müslümanlaştırıldı’, mallarına-mülklerine el konuldu, kiliseleri yakıldı/yıkıldı. Bu da yetmedi, binlerce yıllık kilise arşivleri yakıldı, yok edildi. Ve belki de en önemlisi, Süryanilerin kanına kadar işleyen ‘korku’ salındı.
Yaşanan travmanın Süryani kimliğinde yol açtığı en büyük kırılma, bence kendini herşeyden önce ‘kollektif hafıza’da yarattığı tahribatta göstermektedir. Yazılı kaynakların neredeyse tümü yokedildiğinden dolayı, tarih ve olaylar (özellikle soykırım) geleneksel sözlü anlatım yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmıştır ve günümüzde de kısmen böyle aktarılmaktadır. Süryani kollektif hafızasında önemli bir yeri olan yaşanmış acı olaylar, haksızlıklar ve adaletsizlikleriyle 1915 Soykırımı, Süryani kimliği ve bilincinde belirleyici bir öneme sahiptir.
Bu travma Süryanilerde (bir bilinç olmadığı için) ayrıca, katledeni sembolize eden islamiyete ve Müslümana karşı, ‘Türk ve Kürd’e karşı bir ‘doğal’ tepkinin doğmasına yol açmıştır. Çünkü Süryaninin hayatına kastedenler, ‘Allahu Ekber’ naralarıyla kafa kestiler, tecavüz ettiler, yaktılar ve yok ettiler. Bu travmanın belirtilerini ben her gün yaşayarak görüyorum. Çalıştığım lisedeki Süryani öğrencilerim, çoğunlukta oldukları anda, Müslüman öğrenciyi dışlama, onunla dostluk kurmama, güvensizlik gibi bir takım davranışlarla kendilerini hissettirmektedirler. Bu da, yaşlı kuşaklardan genç kuşaklara sözlü anlatım yoluyla soykırımın halen aktarıldığını açık bir biçimde göstermektedir. Bu sorun, yaşanan korkunun boyutlarını göstermesi açısından da dikkat çekicidir.
Bu travma Süryani halkının kimliğinde bir başka kırılmayı; yalnızlaşmayı, başkalarına güvensizliği, içine kapanıklığı ve hep ‘mağdur olma’ psikilojisini beraberinde getirmiştir. Bizler yaşlılarımızdan hala ‘hiç bir hakkımız yok’, ‘uğraşmak boşuna’, ‘boş işlerle uğraşıyorsunuz’ vb sözlerini sık sık duymaktayız. Soykırım sadece 1915 ile sınırlı kalmayıp bütün 1900’lü yılları kapsayacak tarzda ama başka (örneğin "Türkçe Konuş" kampanyası, soyadı kanunu, varlık vergisi vb) şekillerde de sürünce; başkalarına olan güvensizlik had safhaya çıkmış ve sadece kendinden olana güvenme şeklinde kendini gösterir olmuştur.
Öte yandan Süryani kimliğinde bir başka kırılma, halkın sosyal yapısında meydana gelmiştir. Bilindiği üzere bir toplumdaki sosyal yapıdan bahsederken, bunun iki yönünden bahsederiz; birincisi manevi (kültürel) olanı ve ikincisi de maddi (fiziki) olan yönüdür. Kültürel yönden kastım, Süryani toplumunun sosyal ilişkiler ağı dediğimiz sosyal statüler, roller ve değer yargılarından oluşan yapısı paramparça edilmiştir. Fiziki yönden kastım ise, Süryani halkının bir toplum olarak dış görünüşünü oluşturan nüfusun yerleşim tarzı (köy - şehir) yerle bir edilmiştir. Evleri, ibadethaneleri, işyerleri; kısacası yerle bir edilmemiş bir tek köy, kasaba ve yerleşim yeri kalmamıştır. Halk soykırım ve sonrasında adeta bir ‘göç toplumu’ olmaya maruz bırakılmış ya da daha doğru bir ifadeyle buna zorlanmıştır.
Soykırımın ayrıca cinsiyet temelli olduğunu çoğu kez ya unuturuz, utandığımızdan söylemeyiz ya da bu konuda araştırma olmadığından sessiz kalırız. Oysa, kimliğimizi parçalayan önemli bir kırılma da bu alanda yaşanmıştır. 1915 Soykırımında kadınlar ve erkekler farklı muamele gördüler. Erkekler (erkek çocuklar da dahil buna) ya olduğu yerde kılıçtan geçirildi ya da Deyr Zor’a doğru zorla sürülürken açlıktan, hastalıktan öldüler veya yolda kurşuna dizildiler. Kadınlar ise, tecavüze uğradılar, genç kızlar zorla alıkonuldu ve bazı Türk, Kürt, Arap, Fars, Azeri erkekleri tarafından kendilerine zorla eş yapıldı ya da hizmetçi olarak (aslında siz onu köle olarak anlayın) çalıştırıldı. Bu konuda herhangi bir çalışma olmadığından, bunun soykırımdan kurtulan kadınları ve ondan sonraki kuşakları nasıl etkilediğini ve bugüne nasıl aktarıldığını bilmiyoruz. Ve bilmediğimiz bir diğer önemli konu da, bu durumun Süryani toplumunda kadın ve erkeğin rollerini ve cinselliğini nasıl etkilediğidir.
Süryani kimliğinde soykırımın bir neticesi olarak meydana gelen önemli bir kırılma da, entellektüel birikimin ortadan kaldırılmasıdır. Süryani halkı, çoğunlukla bir köylü toplumudur. Geçimlerini sağlamak için tarım ve hayvancılıkla uğraşırlar. Zanaatkarlık da sonradan yaygınlaşır. Duvarcılık, boyacılık, heykelcilik, taş ustacılığı ve telkaricilik gibi bir çok alanda bölgenin önemli Süryani zanaatlarını ve ustalarını ortaya çıkarırlar. Gerek 1800’lü yılların ikinci yarısından sonra bölgeye gelen misyonerler aracılığıyla, gerek bölgedeki kolejlerde (Elazığ, Adana, Mardin, Antep, Harput, Diyarbakır vb) okuyan Süryani öğrenciler gerekse Süryani kilisesi içindeki ‘aydın’lanmaya açık bazı din adamlarının tarih, dil ve kültüre ağırlık vermelerinden dolayı halk arasında ‘uluslaşma’ fikrine sahip bazı aydınlar çıkmıştı. Aşur Yusuf, Naum Faik, Feridun Aturaya, Senharib Bali gibi Süryani aydınları bulundukları alanlarda halkı bilinçlendirmeye çalışıyor, parçalanan halk arasında ‘ulusal birlik’ yaratmak için gazete çıkarıyor, konuşmalar ve toplantılar yapıyorladı. Bunu bir ulusal mücadele ile taçlandırmak için de örgütlenmeye önem veriyorlardı. Bir ‘Süryani Anavatanına’ belki de çok yakınken, soykırım bütün bu birikimi halkın ellerinden alıp götürdü. Bütün lider kişilikler ya hemen oracıkta öldürüldüler, ya da sürgüne gitmeye zorlandılar. Bütün entellektüel birikim böylece yakıldı ve yok edildi.
İşte bu bağlamda, soykırımın Süryani kimliğinde yarattığı bence en önemli kırılma, halkın elinden ve bilincinden gelecek umudunu alıp yoketmesidir. Bu yüzden, Süryani halkının bugün ortak bir gelecek tahayyülü bulunmamaktadır.
Süryaniler uzun süre Türkiye'de okul açamadılar, Süryanice öğrenim göremediler. Şimdi bir okul girişimi mevcut. Okulsuzluğun etkileri nelerdi ? Okulun açılması neleri değiştirecek ?
Süryanilere okul açma izninin verilmesi, hem Türkiye’de hem de diasporadaki bazı kişi ve kurumlar tarafından ‘Erdoğan’a secde etme’ şekline dönüştürüldüğü için bu konu doğru bir temelde tartışılamadı. Çünkü okul açma izni bir mahkeme kararından sonra ortaya çıktı. Özel hükümet kararıyla değil. Ancak bu kararı fırsat bilen bazı Süryaniler, ‘Sayın Başbakan’a teşekkürü borç biliriz’, ‘AKP hükümetine minnettarız’ tarzında şükran bildirip Erdoğan’a ve hükümete ziyaret yarışları başlattılar. Oysa Mor Gabriel Manastırının toprak ve arazilerini gaspedip, daha sonra uluslararası baskılara dayanamayınca geri vemek zorunda kalanların da bizzat bu hükümet ve onun kolluk kuvvetleri olduğu unutulmamalıydı.
Gerçekte ise, aynen Ermeni ve Rum halklarında olduğu gibi Süryanilerin de Lozan’dan kaynaklanan ‘Azınlık Hakları’ vardır. Çünkü Lozan Antlaşmasında isim belirtilmeden bütün gayri müslimlere ve anadili Türkçe olmayanlara bazı haklar tanınmıştır. Lozan Antlaşması’nın bu 37-44. Maddeleri Süryanileri de kapsamaktadır. Gerek Mustafa Kemal, gerekse azınlıkların yeminli düşmanı İsmet İnönü tarafından Süryaniler adeta yok sayıldılar. Ne Türk kabul edildiler ve Türk olmaktan kaynaklanan hakları kullanabildiler. Ne de azınlık kabul edildiler ve azınlık olmaktan kaynaklanan haklarından faydalanmalarına izin verildiler. Adeta yoktur Süryaniler Türkiye Cumhuriyeti’nde bunca yıl.
Ve birdenbire Süryaniler keşfedilmeye başlandı son yıllarda Türkiye’de. Artık yaklaşık iki bin kişinin Midyat ve köylerinde olduğu; 10-15 bin Süryaninin de İstanbul’da yaşadığı bir potansiyelden bahsetmekteyiz. Durum böyle olunca insan kendine sormadan edemiyor : bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü? Cumhuriyet kurulduğundan bugüne dek Süryanilere okul açma iznini bırak; kiliselerde verilen sıradan dil derslerini bile asker-polis gönderip zorla ve tehditle kapattırırsan; bir tek Süryani kilisesinin dahi tamirine halen müsade etmezsen; bu soruyu sorar insan.
Türkiye’de hem nüfus hem de siyasal açıdan potansiyel tehlike teşkil etmediğinden dolayı Süryaniler ve Süryani yerleşim alanları (Mardin ve Midyat çevresi) artık, birer turistik atraksiyon merkeziolarak kullanılmaktadırlar. Bu yüzden de devlet ve onun yazılı ve görsel medyası Süryanilerle alakalı haber yapmakta, Tv kanalları aracılığıyla evlerimizde diziler çekmekte bir risk görmemektedir. Aksine Hristiyan Süryaniler ile alakalı işlere imza atmak Batı ülkelerine karşı da Türkiye’nin vitrininde güzel bir renk teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti’nin ne kadar ‘hoşgörülü’ ne kadar ‘demokratik’ olduğunun bir delili olarak gösterilmektedirler. Bu yüzdendir ki, Başbakan veya Cumhurbaşkanı yurtdışına çıktığında her zaman Süryani kilisesinden bir metropoliti yanına almaktadırlar. Ola ola bir ‘vitrin süsü’ olabildiler Süryaniler bu kadar yıl sonra bu topraklarda.
Okulsuzluk, Süryanilerin bir toplum olarak okuma yazma bilmeyen, feodal değerlere sahip, gelişmesi engellenmiş ve geri bıraktırılmış bir toplum olarak kalmalarına yol açmıştır. Okumuş aydın kuşaklar yetiştirememiştir. Bu durum Süryanilerde, ulusal bilinç ve ulusal kimlik açısından çok geç kalmasına sebep olmuştur. Kendi dilinde okuyan, yazan ve konuşan bir aydın toplum olmaktan uzak kalmıştır. Modern topluma uymakta her açıdan zorlanmıştır. Dolayısıyla okulsuz bırakarak Süryanilere en büyük kötülük yapıldı. Dilinin öğrenilmesinin önünde barikat örüldü, kendi dilinde konuşmasına, yazmasına, hatta düşünmesine dahi kelepçe takıldı.
Öncelikle okul açmak için girişimde bulunan Tarlabaşı Süryani Kadim Kilisesi yöneticilerinin işinin, tam da bu anlamda çok da kolay olmadığını söylemek gerekir. Süryani anaokulu açıyorsunuz fakat öğretmeniniz yok. Ders öğretmeniniz olsa Süryanice bilmiyordur. Süryanice bilse, pedagoji eğitimi yoktur. Pedagoji eğitimi olsa, okutacak kitabı yoktur. Netice olarak sorun büyük, imkanlar ve eldeki malzeme sınırlıdır. Bu nedenle, belki de anaokuldan başlamanın doğru bir strateji olması kaçınılmazdı.
Bu projenin başarı şansı, buna önderlik edenlerin bu konuda ne kadar ısrarlı olmalarına birebir bağlıdır. Eğer okul açma projesi başarıya ulaşırsa, gelecek için umut ışığı var demektir. En azından kendi dilini okuyabilen, yazabilen, kendi dilinde konuşan ve düşünebilen gençler çıkacaktır. Ve bu gençler, yarının kısmen de olsa Süryani edebiyatçıları, eğitimcileri olacaklardır. Süryanicede toplumun her alanına hitap eden ürünler ortaya çıkacaktır. Bu hem Süryanilerin, hem de içinde yaşadıkları toplumun her alanda zenginleşmesini getirecektir. Daha bilinçli, daha politize ve daha aydın bir Süryani toplumu ortaya çıkacaktır.
Suriye'de ve son olarak Irak'ta yaşananlardan sonra bu bölgede yaşayan Süryaniler tekrar göç etmek zorunda kaldılar. Az sayıda Suriyeli Süryani'nin dedelerinin yüz yıl önce terketmek zorunda kaldığı Midyat'a sığındığını biliyoruz. Bu gelişmeler Süryani toplumunu nasıl etkiliyor ?
Göç sorunu Süryaniler için yeni bir olgu değil. Mezopotamya tarihi, halkların bir yerden ötekine göçüyle doludur. Modern toplumlarda ise, göç meselesi daha farklı sebeplere ve boyutlara sahiptir. Özellikle sanayileşme ve bunun sonucunda meydana gelen şehirleşme, köyden kente göçü zorunlu hale getirmiştir. Midyat’ta tarımla uğraşan örneğin dedemlerin ürettikleri mallar, bütün aileyi geçindirmeye yetmeyince, bu durum babamı, çareyi Adana ve Elazığ’a giderek kendine iş alanı yaratmaya itmiştir. Kendi yerleşim alanlarından başka bölgelere Süryaniler her dönem ekonomik, siyasi, askeri cuntalar, sosyal ve kültürel baskılar, etnik ve dini sebepler nedeniyle göç etmek zorunda kalmışlardır. 20. yüzyılın savaşları ve öteki farklı sebepler ise, göçün Süryaniler açısından bir çıkış yolu olarak göründüğü bir durum ortaya çıkarmıştır.
Ortadoğu coğrafyasında Süryaniler yüzyıllardır, sık sık katliamlara maruz kaldılar. Kitlesel katliamlar Bedirhan zamanından bugüne dek süregelmiştir. Farklı bir din ve farklı bir etnik kökene sahip olmanın bedelini, yüreğinde ve bilincinde en fazla hisseden halklardan biridir Süryaniler. Bu yüzden de bir halk olarak kendini son iki bin yıldan bu yana rahat hissetmeyen toplumumuz, ceplerinde pasaportu hazır bir şekilde önüne çıkacak ilk fırsatı beklemektedir. Çünkü istikrar ve huzurdan yoksun bu coğrafyada artık kendine yaşam alanı verilmeyeceğini tecrübeleriyle anladılar.
Örgütsüz ve güçsüz olmanın getirdiği zayıflığı aşamayan Süryaniler, işte bu yüzden en küçük bir kriz anında dayanacak takati kalmamıştır. Çareyi, yurtdışına çıkmakta bulmaktadır. Bu da kendi başına her on yılda bir büyük bir göçe sebebiyet vermektedir. Yıllarca süren savaşlar, artık Süryanilerde huzurlu bir ortam arayışını hızlandırmıştır. İnsanların kafasını sırf ‘Sünni Selefi’ olmadığı için hunharca pala ile kesen Işid örgütünün sadece son haftalarda yarattığı korkuya ve vahşete bile değinmek kendi başına yeterli olacaktır. Süryaniler, hayatlarını kurtarmak ve onurlu bir şekilde devam ettirebilmek için savaşların ve katliamların gölgesinden uzak yerlere göç etmek zorunda kalmışlardır.
Göç ‘erozyonun toprağın en verimli tabakasını götürmesine’ benzetilir. Mezopotamya’nın en eski yerleşik halkı olan Süryaniler, her dönem bir göç yaşayarak en verimli ‘tabakasını’ (gençliğini) her defasında göçe uğurlar. Böylece Süryani halk kitleleri, kalkınmasının ve gelişmesinin lokomotifi olacak olan en verimli tabakasını devamlı kaybetmektedir.
Diaspora'daki Süryanilerden az sayıda kişi köylerine dönüp, en azından yılın belli bir süresini memleketlerinde geçiriyor. "Dönüş" düşüncesi Diaspora Süryani toplumunda ne kadar yaygın? Böyle bir dönüş için Türkiye'de nelerin değişmesi gerekli ?
İki yıl önce Midyat’tan gelen bir arkadaşım, bir üzüm dalını alıp bana getirmişti. Çok sevinmiştim ve bunu hemen evimizin bahçesine ektik. Suladık, gübre koyduk ve soğuktan korumak için de ne gerekiyorsa yaptık. Ancak bu üzüm dalı yaptıklarımızın aksine gün geçtikçe soldu ve giderek kurudu, yok oldu.
Yani bir halkı kendi topraklarından ayırdığınızda o halk, her zaman geldiği yeri arar, özler ve devamlı o topraklara dönmeyi hayal eder. Ben Midyat’taki dedemlerin evinden küçük bir taşı, Stockholm’e kadar getirttim. Çalışma odamda, penceremin kenarında tam karşımda öylece duruyor. Ona baktıkça nereden geldiğimi, geçmişimi, tarihimi, yaşananları ve bugün olduğum yeri hatırlayarak kendimi daha güçlü hissediyorum. Ama aynı taş, benim özlemimi de her geçen gün biraz daha büyütüyor.
Dolayısıyla geri dönüş meselesi, diasporadaki Süryani kitlelerinin kafasındaki ortak hayalidir. Ama ancak hayalidir, özlemidir. Bunun gerçekleşmesi ise bugunkü konjonktürel şartlardan dolayı hiç mümkün gözükmemektedir. Ortadoğu coğrafyasındaki vahşeti gören her Süryani genci haklı olarak bize, ‘Oralara dönmeyi nasıl hayal bile ediyorsunuz?’ diye sormaktadır. Buraya Irak veya Suriye’den katliamdan kurtulup da gelen Süryanilerden dinlenen trajik hayat hikayelerini duyunca da, bu fikirler hiç kuşkusuz buharlaşıp kayboluyorlar.
Dolayısıyla Süryaniler açısından geri dönüş meselesini, diasporadan anavatana kitlesel geri dönüşler olarak beklemek gerçekçi değildir. Tek tek, bireysel geri dönüşler olabilir ve ilerde de olacaktır. Ancak Süryaniler diyasporada 3. ve 4. kuşaklarını büyütüyorlar ve burada doğup büyüyenlerin geri dönüş diye bir fikirleri yoktur. Bu kuşaklara, geri dönüş düşüncesi çok uzaktır. Ütopyadır. Yüksek hayat standardına alışmış toplumları, geri döndermek tarihte hemen hemen görülmemiştir.
İsrail devleti kurulunca yurtdışında yaşayanlara geri dönmeleri için çağrıda bulunduğunda, Batı Avrupa’dan neredeyse dönen hiç olmamıştır. Dönenlerin büyük bir çoğunluğu, Doğu Avrupa’daki İkinci Dünya Savaşının ve Hitler faşizminin baskı, terör ve katliamından kurtulan ve huzurlu bir liman arayan Yahudilerdir. Aynı şekilde SSCB dağılıp Ermenistan Cumhuriyeti ortaya çıktığında Avrupa ve Amerika’dan Ermenistan’a doğru bir kitlesel Ermeni göçü olmamıştır. Bunun tam aksi yönünde bir göç vardır ve Ermenistan her gün biraz daha boşalmaktadır.
Bu yüzden bana göre temel sorun, diasporadan Türkiye’ye geri dönüş meselesi değildir. Orada kalanların, bulundukları yerlerde kalmaları için, o toprakların yaşanacak bir cazibe merkezi haline getirilmesi benim açımdan daha öncelikli bir meseledir. Temel mesele, tek tek bu coğrafyaların özgür ve eşit bir şekilde, barış ve huzur içinde yaşanacağı istikrarlı bir limana dönüştürülmesi sorunudur.