Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış ‘Barbar Türk’ten ‘Müslüman Türk’e Ayşe Hür |
Ayşe HürAraştırmacı, Radikal gazetesi yazarı |
İlk kez Çin kaynaklarında ortaya çıkan ‘Tu-kiu’, ‘Tu-Kue’, ‘Tut-kut’, ‘Tolköl’ gibi terimler, 9. yüzyıldan itibaren Arap-Müslüman kaynakları tarafından ‘Türk’ (çoğulu Türük veya Türküt) olarak çevrilerek Bizans ve Arap literatürüne girmişti. 6-8. yüzyıllara tarihlenen Yenisey ve Orhun Yazıtları’ndaki bazı terimleri 1893 yılında ‘Türk’ olarak okuyan Danimarkalı dilbilimci Thomsen’den sonra da terim Batı literatürüne yerleşti. Bugün bazı bilim adamları, Çinlilerin bütün yabancılara ‘Tu-kui’ dediğini düşünüyor. Bazıları, bu terimin ortak bir atadan gelen boyların adı olduğunu ileri sürüyor. Bazıları Moğolcada miğfer anlamına gelen ‘tulga’ sözcüğüyle ilinti kurarak miğferin piramit şeklinden hareketle, belli bir örgütlenme biçimine sahip toplulukların adı olduğunu ileri sürüyor. Bazıları ise ortak bir dili (Türkçe) konuşan topluluk adı olduğunu (onlara göre ‘Türk’ kelimesi, Türkçede ‘güçlü’, ‘güçlüler’ anlamına geliyor) ileri sürüyor.
‘Barbar Türk’ dönemi
Bu tezlerden hangisi doğru bilmiyoruz ama 11. yüzyılın son çeyreğinde yazılmış Divan-ü Lügati’t Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud Türkler hakkındaki bir hadisten (Peygamber sözünden) bahsederek şöyle der: “Allah’ın devlet güneşini Türk burcundan doğdurduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduklarını gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların eline verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldı. Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isabetinden kurtulmak için aklı olana düşen vazife, bu adamların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak onların diliyle konuşmaktan başka yol yoktur...”
“Ben Türklerin en açık konuşanlarından, en zekilerinden, mızrağı en keskin olanlarından biriyim” diyerek Türk olmaktan duyduğu gururu tekrarlayan Kaşgarlı Mahmud şöyle devam eder: “Türkler aslında 20 boydur. Bunların her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım.”
Kaşgarlı Mahmud’un bu satırları yazdığı yıllarda, 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek Kaşgarlı’nın ‘Rûm’ dediği Anadolu’ya doğru akıyordu. Oğuz boylarının Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve Türkie (Türkiye); Papalık belgelerinde ise barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşmüştü: “Her yerde Türkler.”
Yüz yıl sonra, bu seferi anlatan Guillaume de Tyr, “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz ediyordu. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle diyordu: “Sert esiyor rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye [Türkei] tarafından...”
‘İdraksiz Türk’ dönemi
1270’lerde Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçen Marko Polo’ya göre ise: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar. Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...”
Marko Polo’dan 30 yıl kadar sonra kurulan Osmanlı İmparatorluğu’nu bir ‘Türk boyu’ olduğu iddia edilen Kayıların kurduğu kabul edilmekle birlikte devletin ‘Türk’ niteliği hep tartışılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda hem yöneticiler, hem halk arasında Türk olmayan çoktu. Yöneticilerin bir kısmı ve kapıkulu askerlerinin hepsi, dirlik sahiplerinin bazıları Türk-Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Bir kaçı dışında, hanedanın erkekleri Türk olmayan kadınlarla evlenerek, ‘Türk kanını’ epeyce sulandırmışlardı. Buna karşılık hanedan içinde ve devlet dairelerinde Türkçe konuşulmuştu. Devletin bütün kayıtları yüzlerce yıl kesintisiz Türkçe tutulmuştu. Medreselerde Arapça okunmuş ama konuşma dili Türkçe olmuştu. Kafaları iyice karıştıran ise pek çok belgede Osmanlıların kendilerini, ülkelerini, kurumlarını, dillerini tanımlamak için kullandıkları ‘Kayzer-i Rum (Rum kayzeri), ‘Memleket-i Rûm’, (Rum ülkesi) ‘Şuara-yı Rûm’ (Rum şairleri), ‘Ulema-yı Rûm’ (Rum alimleri), Lisan-ı Rum (Rum dili), ‘Rûm atlılar’, ‘Rûm yiğitleri’, ‘Eyalet-i Rûm’ (Rum eyaleti) gibi terimlerdir. Kısacası, Osmanlılar kendilerini esas olarak ‘Rum’ diye tanımlıyorlardı. (Hatırlanacağı gibi 11. Yüzyıl yazarı Kaşgarlı Mahmud için de Anadolu ‘Rum ülkesi’ idi.)
Türklüğe bakışları ise tek tip değildi. Kaynaklarda ‘Türk’ sözcüğü bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkar. Örneğin erken dönem Osmanlı tarihine dair en önemli eser olan Âşıkpaşazade’nin (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken Türkler ‘Yafes neslinden’ olup ‘Arapları yenen bir halk’ olarak tarif ediliyor, ‘Türk diline kimsenin bakmadığı’, hatta ‘Türkün bile bu dili bilmediği’ söyleniyordu. Buna karşılık1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem (Cem Sultan’ın Olayları) adlı eserde ise Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu” olarak övgüyle söz ediliyordu. Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine derlenen Saltukname adlı eserde Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılmıştı. 15. Yüzyıl yazarı Neşrî ise Selçuklu İmparatorluğu için ‘Türk Sultanlığı’ derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler (...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır” diyordu.
Burada bir parantez açalım. Granada’nın düştüğü 1492’ye kadar, Avrupa’nın ‘ötekisi’ Araplardır. Dolayısıyla Avrupa’da, Türkler hakkındaki söylem genel olarak olumludur. 1492’den sonra ‘öteki’ Osmanlı (Türk) olur ve söylem olumsuza döner. 1529’da Viyana bozgunundan sonra bile Türkler için ‘köpekler, zalim ve kan düşkünü, pis, hayvani, sahtekâr, zorba, iğrenç’ gibi son derece ağır terimler kullanılmaya devam eder. Bu olumsuz dilin nedeni elbette, ‘Türk korkusu’ dur. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Obsessione Turc (Türk saplantısı) olgusunun bugünlere kalan mirası, İtalyancadaki Mamma li Turchi, yani “Anneciğim, Türkler!” ünlemi olur. İddialara göre, acı çektirme anlamına gelen a torquendo, işkence anlamına gelen torxuere, aldatma veya zalimlik anlamına gelen truculent veya trux-trucis gibi terimlerin esin kaynağı da bu dönemin Türkleridir.
Parantezi kapatıp devam edersek,Kanuni Sultan Süleyman döneminin ilk yıllarını gören yazar Suzi Çelebi (ö. 1524) ise “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf edendi. Ancak dönemin ünlü divan şairi Baki, ‘en büyük Türk atalarından’ dediği Kanuni’ye sunduğu şiirde ‘Ey hoca Türk ehlinden olanın biraz başı kabadır’ diyerek kafamızı karıştırıyordu. Dönemin bir başka şairi Hafız Hamdi Çelebi ise “Padişahım kainatın yaratılışından bu yana/Dünya içinde Türklüğün kötülüğünden bahsedilir/Allah Türke hiç anlayış gücü vermemiştir/O çok akıllı olsa bile pervasızdır/Türkü öldür baban olsa da/O iyilik madeni, Yüce Peygamber. ‘Türkü öldürünüz kanı helaldir’ demiştir.” diyecek kadar Türk’ten hoşlanmaz.
Çelebi’nin Peygamberin hadisini kullanarak katledilmesini önerdiği Türklerin Anadolu’nun Kızılbaş Türkmenleri olduğu anlaşılır. Nitekim 1609’da Kuyucu Murat Paşa’nın orduları Anadolu’da Kızılbaş katliamlarına devam ederken, dönemin belgelerinde Kızılbaş yerine ‘Türk’ denirken, bu terimin yanında ‘bağî’ (yolkesen), şakî (haydut), tağî (azgın), celâlî (asi), zındık (dinsiz) sıfatlarını okumak şaşırtıcı olmasa gerek. Tarihçi Koçi Bey (ö. 1650) de Türk, Tatar, Yörük gibi çeşitli terimlerle tarif ettiği ‘Türkler’ için hiç olumlu terimler kullanmıyordu. Aynı şekilde Lale Devri’nin tarihçisi Naima (ö. 1716), da merkezin perspektiften yazdığı için, Türklük kavramını olumsuz anlamda kullanmıştı. ‘Türk-ü sütürk (azgın Türk), ‘Türk-bed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, akılsız Türkler), ‘nadan Türk’ (kaba Türk) onun terimleridir.
Türkçülük ideolojisi
Tanzimat’la birlikte, ‘etnik’ tanımların kullanımı ortaya çıkmıştı. ‘Türk’ kavramını ‘etnik’ kategori olarak ilk kullananlardan biri İstanbul’a sığındıktan sonra Müslüman olarak Mustafa Celaleddin adını alan Polonyalı göçmen Constantin Borzecki oldu. Yazarın 1870’de, İstanbul ve Paris’te yayınlanan Les Turcs anciens et modernes (Türkler, Eski ve Modern) başlıklı eseri ‘Türklük’ bilincinin gelişmesinde önemli rol oynadı.
II. Abdülhamit’in hafiyelerinden Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery de bu alanda kalem oynatanlardandı. Yazar Orta Asya'ya Yolculuk (1873) kitabında ‘Türk hanedanı’, ‘Türk halkları’, ‘Türk bloğu’, ‘Türkiye’ gibi terimleri bolca kullanıyordu. Fransız Türkolog Léon Cahun ise Orta Asya’da bir zamanlar kıyılarında Türklerin yaşadığı bir iç denizin olduğu, bu deniz kuruması üzerine Türklerin Avrasya’ya doğru göçe başladıkları tezinin müellifiydi. Cahun’u Türkiye’de meşhur eden 1896’da yayımladığı Introduction à l’histoire de l’Asie (Asya Tarihine Giriş) adlı kitabıdır. 1889-1893 arasında keşfedilmiş olan Orhun Yazıtları’nı meşhur eden bu eserin kendisindeki nüshalarına Mustafa Kemal’in el yazısıyla notlar aldığı biliniyor.
Bu yazarların icat ettiği ‘Türklük’ kavramını Türkçülük adıyla siyasi bir projeye çevrilmesi ise yakındı. 1789 Fransız İhtilali’nden itibaren Avrupa’dan yayılan milliyetçilik akımlarından etkilenen etnik kesimlerin giderek imparatorluktan uzaklaştığını gören yeni kuşak elitler (Jön Türkler), imparatorluğu kurtarmak için yaşama geçirdikleri ‘Batıcılık’, ‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’ ideolojilerinin başarısız olması üzerine, hem etnik, hem kültürel hem siyasal anlamda Türk kimliğini öne çıkarmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘Türkçülük’ akımına bel bağlamışlardı.
Batı tarzı bir modernleşmenin hızlı yaşandığı Rusya’da, esas olarak Rus milliyetçiliğine tepki olarak doğan bu akımı Osmanlı ülkesine Gaspıralı İsmail, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet, Caferoğlu Ahmed, Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli aydınlar taşımıştı.
Özellikle Akçura’nın zamanında ‘romantik’, ‘garip’, ‘ham hayal’, ‘aşırı’ bulunan görüşlerini özetleyen ve daha sonra siyasal Türkçülüğün manifestosu sayılan Üç Tarzı Siyaset (1904) adlı eser, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Moiz Kohen ve Mehmet Emin başta olmak üzere geç dönem Osmanlı aydınlarını çok etkiledi.
‘Türk milleti’nin keşfi
Bu kuşaktan olan Yahya Kemal’in anlattığına göre, şairin Paris’teki Sorbon Üniversitesi’ndeki hocalarından Albert Sorel bir dersinde öğrencilerine “Tarihte keşfolunmamış iki meçhul vardır; Bunlardan biri coğrafyada kutuplar, diğeri tarihte Türktür...” demişti. Bu cümle Yahya Kemal’in kafasında bir şimşek çaktırmıştı: “Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim ekalliyetler (azınlıklar) Rumlar, Bulgarlar... büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler de Abdülhamit’i yıkmakla meşguldüler. Yoksa Türk Milleti’nden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamit değil, başka şey. Bunlar Türk Milleti’ni yıkmak istiyorlar. Demek Türk Milleti diye bir şey var. Bu nasıl bir millettir? Mazisi nedir? Diye merak etmeye başladım. Zaten Ulumi Siyasiye Mektebi’nde tarih okuyordum. Türk Milleti’nin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.”
Yahya Kemal’in ‘milliyetçilik hissini keşfetme’ hikayesi, dönemin bir çok aydının yaşadığı sürecin tipik bir örneğiydi. Ancak, ‘Türkçülük’ projesinin halk tarafından benimsenmesi kolay olmayacaktı. Buna dair bir ipucu Osmanlı subayı Rahmi Apak’ın Birinci Dünya Savaşı hatıratında vardır. Rahmi Bey’le Erzurum’da karşılaştığı ve Ermeni olduğunu düşündüğü genç bir asker arasında şöyle bir konuşma geçer: “Hangi millettensin?” “Osmanlı’yım.” “Ne demek Osmanlı, Türk değil misin sen?” “Hayır, ben Türk değilim Osmanlı’yım.” “Peki, hangi dili konuşuyorsun, Ermenice mi, yoksa Türkçe mi?” “Türkçe konuşuyorum.” “Türkçe konuşuyorsan, Türksün o zaman.” “Hayır efendim, ben Türk değilim.” “Ulen, Türksün işte, ben de Türküm.” “Efendim, siz Türk olabilirsiniz, beni ilgilendirmez, ben Türk değilim.” “Oğlum delirdin mi, Padişah bile Türk”. “Efendim, Padişahıma iftira etmeyin, Padişah Türk olamaz!”
Şevket Süreyya’nın (Aydemir), Suyu Arayan Adam adlı otobiyografik eserinde de benzer bir anlatı vardır. 17 yaşında bir talebe olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesi’nde bulunan yazar, cephede Anadolu köylülerinden oluşan bir grup askerle konuşurken onlara sorar: “Bizim dinimiz nedir?” Her kafadan bir ses çıkar: Kimi “Hazreti Ali dinindeniz” der, kimi “İmam-ı Azam dininden.” Şevket Süreyya sorar: “Peygamberimiz kimdir?” Yine karışık sesler çıkar. “Enver Paşa” diyen bile vardır. Şevket Süreyya bir adım daha ileri gider: “Hangi millete mensupsunuz?” Yine her kafadan bir ses çıkar. Yazar işi kolaylaştırmayı dener: “Biz Türk değil miyiz?” Askerler hep bir ağızdan cevap verirler: “Estağfurullah!”
Türksün denildiğinde kendilerine hakaret edildiğini düşünen bu askerleri ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ diye haykırtmak çok zaman almamıştı. Bu kısa ve radikal yolun mühendisi Mustafa Kemal bu dönüşümü üç aşamada sağlamıştı. İlk aşama olan ‘Milli Mücadele’ yıllarında (1919-1922) Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini ‘Düvel-i Muazzama’ya karşı seferber etmek için ‘dinî’ tanımlar (‘Müslüman cemaati”, ‘İslam unsurları’, ‘İslam milleti’ gibi) kullanılmıştı.
İkinci evrede, ‘dinî’ tanım yerini yavaş yavaş ‘siyasi’ tanıma bırakacaktı. Önce 8 Şubat 1921’de Büyük Millet Meclisi’nin başına ‘Türkiye’ kelimesi kondu. Mustafa Kemal ‘siyasi’ bir terim olarak ‘Türk’ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e ilişkin beyannamesinde kullandı. Ve Mustafa Kemal Ekim 1922'de bir grup öğretmene şöyle dedi: "Üçbuçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk…O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz."
‘Türk ırkı’ dönemi
‘Türk milleti’nin hangi unsurları kapsamadığının bir ipucunu Mustafa Kemal 16 Mart 1923'te Adana Türk Ocağı Esnaf Cemiyeti'nin çayında yaptığı konuşmada vermişti: "Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki, Adana'mıza hakim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk'tü, o halde Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır…”
Bu ırkçı yaklaşım, 8 Nisan 1923 tarihinde Halk Fırkası’nın kuruluyunu müjdeleyen Dokuz Umde’deki “Türkiye Halkı” ile dengelenmeye çalışıldıysa da, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfus mübadalesi de din esasına göre yapıldığı halde, Milli Mücadele ittifaklarına ihtiyaç kalmadığını düşündüren adımlar atılmaya başlamıştı.
Örneğin 1924 Anayasası görüşmelerinde Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türkiye’nin harsını (dilini ve kültürünü) benimseyene kadar Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ‘Türk milletinin parçası’ sayılmaması gerektiğini belirtirken, Celal Nuri (İleri) “Türkiye’nin gerçek vatandaşlarının” “Türkçe konuşan Hanefi Müslümanlar” olduğunu ileri sürmüştü. Sonunda, vatandaşlık tanımını yapan 88. Madde “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” şeklinde formüle edilirken, 12. Madde ile “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler milletvekili seçilemezler,” denilerek, başta Kürtler olmak üzere gayrimüslim azınlıkların yolu kesiliyordu.
Muhtemelen bu dışlamaya bir tepki olan Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil İsmet Paşa, 27 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan beyanatında rejimin ırkçılıkta ısrarlı olacağını ilan ediyordu: “Milliyet tek birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları derhal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…”
Bir süredir Gobineau ve Pittard gibi ırkçı düşünürlerin eserlerini büyük bir dikkatle incelediği bilinen Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda 1925’te kurulan Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin ilk işleri arasında “Karacaahmet Mezarlığı’ndan toplanan kafataslarının ölçümü” ile “Türk, Ermeni, Rum ve Musevi gibi farklı ırki kökenlere sahip çocuklar üzerine” karşılaştırmalı araştırmalar yapmak vardı.
30 Eylül 1926’da, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Kongresi adına gelen heyete, içinde ‘ırk ıslahı’, ‘ırkın ferahlığı’, ‘ırkın ayıklanması’ gibi terimler geçen bir konuşma yapan Mustafa Kemal 20 Ekim 1927 tarihli Gençliğe Hitabesi’nde ise “Ey Türk genci, muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diyerek ırkçılığı metaforik bir forma sokmuştu. 1928 yılında üniversite öğrencileri eliyle yürütülen ‘Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası ile ‘Türk ırkının’ ‘Türk milleti’ haline getirilmesi işine hız verilecekti.
‘Türk milleti’nin inşaası
Dünyadaki bütün medeniyetlerin Türkler tarafından kurulduğunu iddia eden Türk Tarih Tezi’nin tartışmaya açıldığı 2-11 Temmuz1932 tarihli Birinci Tarih Kongresi’nde ‘üstün Türk ırkı’ Reşit Galip tarafından şöyle tanımlandı: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufkî (dikey) açılan ‘Alpin ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere; medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.”
1933, üniversite gençlerinin 5 yıl aradan sonra ‘Vatandaş Türkçe konuş!” haykırışlarıyla toplumun gayri-Türk unsurlarını yeniden terörize ettiği yıldı. 1934 yılında, hem ‘Kürt Meselesi’ni halletmek hem de Türkiye’ye dalgalar halinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için çıkarılan İskân Kanunu ile Türkiye, ‘soy’, ‘ırk’, ‘hars’ gibi terimler kullanılarak üç bölgeye ayrıldı. Böylece, 1924 Anayasası’nın 88. Maddesi’ndeki ‘Türk’ün kimleri kapsadığı bir kez daha anlaşıldı.
Özetle “Avrupa’dan Afrika’ya hatta Amerika’ya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçeden türemiştir!” diyen Güneş Dil Teorisi’nin formüle edildiği 1936’da Atatürk’ün sağ kolu Afet İnan, “Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermek üzere” İsviçreli Antropolog Pittard’ın nezaretinde yaptığı doktora çalışması sırasında Atatürk’ün emriyle tam 64 bin kişiyi antropometrik ölçümlere tabi tuttu. Bu dev ‘ırkçı’ çalışma (ki Nazi Almanya’sında bile böylesi yapılmamıştı), Başbakanlık, Milli Güvenlik Bakanlığı, Sıhhat Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı’nın her türlü desteği ile yürütülmüş, ölçümler sivil ve askeri doktorlar, sıhhiye memurları, beden eğitimi öğretmenlerince yapılmış, askerler gönüllü denek olarak Afet İnan’ın emrine sunulmuştu.
20-25 Eylül 1937’de toplanan İkinci Tarih Kongresi’nde Sadri Maksudi Arsal’ın sunduğu bildirinin başlığı “Beşeriyet Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve Müesseselerinin İnkişafında (gelişiminde) Türk Irkının Rolü”; Hasan Reşit Tankut’un tebliği “Dil ve Irk Münasebetleri”; Dr. Nurettin Onur’un tebliği “Kan Grupları Bakımından Türk Irkının Menşei Hakkında bir Etüd” adını taşıyordu. 1925-1939 arasında yayınlanan ve Maarif Vekillerinin ‘fahri reisliğini’ yaptığı Türk Antropoloji Mecmuası ise o dönemde, bilimsel bir araç olarak antropolojiyi kullanılarak, Türk ırkının üstünlüğünü kanıtlamak için ne kadar kafa patlatıldığına dair örneklerle doluydu.
‘Müslüman Türk’ dönemi
1945 sonrası Almanya’nın genilmesinin ardından Batı Bloku ile kurulan ilişkiler yüzünden kimsede açık açık faşist tezleri destekleyecek cesaret kalmamıştı. Dolayısıyla ırkçı Türkçüler de söylem değiştirmişti. Artık ‘Turancılık’ yerine ‘milliyetçilik’; ‘ ‘Türk ırkı’ yerine ‘Türk milleti’, Bozkurtlar’ yerine ‘milliyetçiler’ diyorlardı. Yeni tezlerini Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi yayın organları, Türk Gençlik Teşkilatı, Kıbrıs Türk Kültür Derneği, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütler aracılığıyla kitlelere yaymaya çalışıyorlardı.
1970’de kurulan Aydınlar Ocağı’nda bir araya gelen muhafazakar aydınlar, yeni bir Türklük tanımı yapmaya soyundular. “Türkün en kısa tarifi, Türkçe konuşan Müslüman” diyen bu aydınlara göre ‘Türk Kültürü’ çok eski, dünya tarihinde önemli yeri olan, gelenekleri olan, coğrafi açıdan yaygın, cihan hâkimiyetini sağlamış bir kültürdü. Türkler, beyaz ırktan, insancıl, adil, hiçbir zaman kan dökmemiş, hoşgörülü, laik, zayıflara, yaşlılara, kadınlara, aileye ve orduya saygılıydı. Din ise ‘milleti millet yapan’ değerlerin en başta geleniydi. Din, Türk’ü kendisine yabancılaşmaktan ve Batı’ya benzemekten kurtaran en önemli öğeydi. İslamiyet adeta Türkler için indirilmiş bir dindi, çünkü İslam uygarlığıyla Türklerin İslamiyet öncesi kültürleri arasında büyük benzerlikler vardı. Bunlar, tek tanrı inancı, ruhun ölümsüzlüğüne inanç, adalet duygusu, aile ve ahlakın önemiydi. Türkler de İslamiyet’e büyük ‘hizmetler’ yapmıştı. Bunlardan en önemlisi Haçlı Seferleri’ni durdurmalarıydı. Eğer bu olmasaydı, İslamiyet yerine Hıristiyanlık ‘cihan’ hâkimi olurdu! Kısacası Türk İslam’a, İslam Türk’e çok şey borçluydu. Bu tanım daha sonra ‘Türk-İslam Sentezi’ adıyla popülerleşti.
O yıllarda kurulan MHP’nin lideri Alpaslan Türkeş’in kendisine “Türkçü müsünüz, İslamcı mı?” sorusunu yönelten gazetecilere “Tanrı Dağları kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanım” demesi bu tarihlerde mi emin değilim ama, Tanrı Dağlarının en yüksek tepesi 7.429 metre olan dev bir dağ silsilesi, Hira (Nur) Dağı’nın ise 281 metrelik bir tepecik olması, Türkeş’in sentez formülünde Türklük ve İslam’ın kapsadığı alanlara dair ipuçlarını veriyordu.
1980 darbesi sonrasında olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemde, yitirilen toplumsal düzenin yeniden sağlanacağı ve birliğin ve bütünlüğün ilelebet korunacağı vaadini örgütleyerek darbecilerin ideolojik ufkunu yine Türk-İslam Sentezi çizdi. Günümüzde “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” formülasyonun Türklük ayağı yerinde kalmakla birlikte Müslümanlık ayağı belirgin şekilde güçlenmiş görünüyor.
İşte, bugün kullandığımız Türk, Türklük, Türk ırkı, Türk milleti gibi terimler asırlar önce başlayan ve günümüze kadar kesintisiz süren, son derece karmaşık ‘inşa’ süreclerinin ürünü. Üstelik bu inşa sürecinin hala devam ettiğine dair güçlü emareler var. İnşa edilmiş bir kimliğin, muhtemelen kendisi gibi inşa edilmiş diğer kimliklere göre ‘üstün’ olduğunu ileri sürmek, en hafifinden tarihi bilincinin eksikliğine işaret eder. Bu yüzden, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözüyle göğsümüzün kabardığı anlarda, derin bir nefes alıp, bu tarihçeyi hatırlamakta yarar var…
Özet Kaynakça: Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1997; Onur Bilge Kula, “’Türkiye’ Sözcüğünün Kullanıldığı Almanca İlk Belge:Tannhauser’in ‘Haçlı Seferi Şarkısı’”, Tarih ve Toplum, Aralık 1992, S. 108, s. 329; Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-26; Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”, Tarih ve Toplum, S.65, s.9-15; François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999; Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 1999; Şair ve Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal, Yayına Hazırlayan: Osman Oktay, http://www.turkocagi.org.tr/kitaplar/YahyaKemalBeyatli.pdf ; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, 2006; Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim, 2001; Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek, (Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi), Metis, 2005; Suavi Aydın "Cumhuriyet'in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Kemalizm, C.2, İletişim, 2001, s. 344-369; Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Bozkurt Güvenç ve diğerleri, Türk-İslam Sentezi, Sarmal Yayınları, 1994; İbrahim Kafesoğlu, Türk-İslam Sentezi, Aydınlar Ocağı Yayınları, 1985.