Türkiye, Ermenistan ve diasporadan görüşler
Tüm yazılar Türkçe, Ermenice, İngilizce ve Fransızca dillerinde
Türkiye'den bakış
Hamit Bozarslan |
Hamit BozarslanHamit Bozarslan Ehess'te (Paris) öğretim üyesi. |
Paris Sosyal Bilimler Yüksekokulu Öğretim Üyesi Profesör Dr. Hamit Bozarslan’a göre Türkiye’de dezentegrasyon ve fragmantasyon süreçleri ile radikalleşme dinamikleri son derece yoğun olarak yaşanıyor. Bozarslan’a göre “Türkiye güçlüdür, bu yüzden iç savaş yaşanmaz” demek yanıltıcı olabilir. Işid’in ortaya çıkış sürecini irdeleyen Bozarslan’a göre Türkiye, İran ve Suudi Arabistan Ortadoğu’nun mezhepleşmesinde ağır bir rol oynadılar. Mevcut çıkmazı aşabilmek için ise Türkiye dâhil İslam ülkelerinin sekülarizmle barışması tek yol gibi görünüyor. İrfan Aktan’ın Nuçe TV için gerçekleştirdiği röportajın metninin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.
Türkiye’de devletin birilerini hain olarak tanımlayabilmesi ya da iktidar yanlısı basının linç çağrısı yapabilmesi bir tür şiddet sarmalına girilmesi demek. Aslında Suriye’de de böyle bir durum oldu. Yani Beşar Esad ya da diğer uluslararası bölgesel aktörler Suriye’nin bu noktaya gelmesine mani olabilirdi. Ama “Yüz yıllık tarih çöküyor” dediğiniz aşama artık ulusçulukla ve İslamcılıkla sertleştirilmiş ceviz kabuğunun kırılması gibi ciddi bir çatlak oluşturuyor ve şiddet olarak tebarüz ediyor. Sizin de belirttiğiniz gibi bir gelecek tahayyülü ile tahayyülü taşıyan belirleyici aktörler yoksa bu durumda biz iç savaşa doğru mu gidiyoruz? Türkiye Suriyeleşebilir diye bir söylem tartışılıyor. Bu noktaya mı gidiliyor?
Bilemiyorum. Öngörüde bulunabilmem mümkün değil. Şunu söyleyebilirim : birincisi AKP ya da en azından içindeki bazı kısımlar kendi varlıklarını devam ettirebilmek için iç savaşa hazır. İkincisi, Mayıs 2011’i hatırlıyorum, hepimiz şoke olmuştuk. 15 Mart ve Mayısın sonu arasında Suriye’de üç yüz kişi öldürülmüştü. Bir toplumda nasıl olur da üç yüz kişi öldürülebilir? Bu toplum nasıl olur da sorunlarına çözüm bulamaz ve Beşar Esad muhalefete karşı böyle bir şiddet kullanabilir? Beşar Esad mekânı ve zamanı ortadan kaldıran bir şiddet kullanıyor.
Bölünme süreçleri bazen çok hızlı olabiliyor. 7 Haziran’da hiç kimse, bugün bulunduğumuz noktayı tahmin edemezdi. Sanıyorum Türkiye kendisini dünyanın dışında görüyor. Fakat ülkelerin de çökebildiğini görüyoruz. Sovyetler Birliği’nin çöktüğünü gördük. Konuyla pek alakalı değil ama Son Umut (Children of Men) diye bir İngiliz filmi var. Fütürist bir film. Ve o filmde bir ara üç saniyelik bir televizyon ekranı görüyoruz. Bu televizyon ekranında savaş sahneleri görüyoruz ve spikerin sesi “Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iç savaş devam ediyor” diyor. Yani yarın Fransa’da bir iç savaş olmayacağını, Amerika’nın çökmeyeceğini bilemiyoruz. Bütün bu noktalarda önemli olan vatandaşlık olgusu, birlikte yaşamayı istemek olgusu ve gelecek tahayyülüdür. Bu tahayyül, bir irade olmadığı zaman yaşadığımız toplumların son derece istikrarsız, geleceği belirsiz toplumlar olduğunu görebilmemiz gerekiyor.
İbn-i Haldun bunu 14. Yüzyılda çok açık bir şekilde görebilmişti. Freud bize Tanatos’un, ölüm tanrısının zaferinin mümkün olabileceğini hatırlatmıştı. O yüzden Türkiye güçlüdür, İran güçlüdür, bu ülkelere bir şey olmaz, bu ülkeler iç savaşa girmez, girseler bile her hâlükârda devlet güçlüdür diye bir yanılsamaya gitmememiz gerekiyor. On yıl önce hiç kimse Suriye’nin bugün bu noktada olacağını göremezdi. O yüzden hatırlatıyorum ki şu anda geleceği öngörebilmem mümkün değil. Umarım hem Türkiye hem Kürdistan içinde bulundukları bu istikrarsızlık döneminden çok kısa bir zamanda çıkarlar ve umarım demokratik sistem Türkiye’ye yerleşebilir. Fakat dezentegrasyon, fragmantasyon süreçleri son derece yoğun, radikalleşme dinamikleri son derece yoğun, linç kampanyalarının başlaması batıya bu işin ne boyuta gelebileceğini gösteriyor. Türkiye 70’li yılları sorgulamadı, 70’li yılları devlet şiddetiyle, 12 Eylül şiddetiyle aşmaya çalıştı. Fakat 70’li yıllarda olup bitenler son derece önemli olgulardı. 70’li yıllar pogrom yıllarıydı, karşılıklı katliam yıllarıydı. Bunları görmeden “Devlet güçlüdür, biz ümmet olarak güçlüyüz, Kürtler ve Türkler bin yıldır bir arada yaşıyor o yüzden de hiçbir sorun yok” demek bence son derece yanılsatıcı olabilir.
Türkiye’nin geldiği noktada, Suriye ile bir devamlılıktan söz edebiliriz zira AKP’nin aslında bu kadar şiddete meyleden bölgesel politikalarının iç politikadaki başarısızlıklarıyla da doğrudan ilgisi var. Suriye politikasının çökmesini, Kürtlerin Rojava’da göreli bir özerkliğe kavuşmasını ve AKP’nin bölge politikasını da konuşacağız ama IŞİD ve şiddet yöntemine gelmek istiyorum. Rojava’ya, Kürdistan’a dışarıdan bir güç geliyor ve temel silahı da dehşet saçmak. Bunun İslam’la ilgisi olup olmadığı tartışılıyor. “Bu kadar radikal örgütler var ama buna mukabil İslamin esas gücü ılımlı olanlardır “deniyor. Diğer yandan “İslamcılıkta ılımlılık yoktur, eninde sonunda bir radikalizme varılır” deniyor. Bu tür stereotipler var. Siz IŞİD kültürü bağlamında ne diyeceksiniz?
İbn-i Haldun’dan beri şunu biliyoruz : eğer bir toplumda çok sayıda asabiyet varsa, bir grubun oluşmasını mümkün kılan dayanışma, iç dinamikler varsa ve bu asabiyetler birbirini nötralize ediyorsa ve buradan yola çıkarak yeni bir iktidar oluşturmak mümkün olmuyorsa o zaman radikalleştirilmiş dava, çağrı, ideoloji diyelim, kaçınılmaz olarak kendisini bir iktidar alternatifi olarak sunabiliyor.
IŞİD’i İbn-i Haldun’un bu bağlamında değerlendirebilir miyiz ?
Evet. Ve bunun örnekleri var. Mesela 1988’de Sovyetler Birliği Afganistan’da yenildi, ama savaş ağalarının birbirini nötralize etmesi kaçınılmaz olarak yeni bir alternatifin, Taliban’ın oluşmasını ve çok kısa bir sürede iktidarı ele almasını sağladı. 2013’e baktığımız zaman Irak tamamen paramparça olmuş bir ülke durumunda, ama iktidar alternatifi yok. 2013’te Suriye’de en azından bin iki yüz milis gücü var. Ve IŞİD bu iktidarın ve toplumun çökmesinin ve parçalanmışlığın bir sonucu olarak ortaya çıktı. “IŞİD’in İslam’la ilişkisi var mı yok mu?” sorusuna cevap verebilmek sanırım hemen hemen mümkün değil. Orada da İbn-i Haldun çok açık bir şekilde söylüyor. “Eğer yeni bir davanın temsilcisi iseniz, yeni bir iktidar kurmak istiyorsanız o zaman sizin ihtiyacınız olan derin bir kültür değil, doğrudan doğruya radikal bir şekilde kullanılabilecek dini ya da ideolojik bir kültürdür.” Kalkıp Kuran’ın şu ya da bu ayeti veya hadisi üzerine yazılmış on beş bin cildi de okumak gerekmiyor iktidar kurmak için. Tam aksine Kuran’ı on, on beş ayete indirgemeniz, doğrudan doğruya şiddetle ilgili on, on beş ayete yaslanmanız gerekiyor. Peygamberin hayatında şiddetin olmadığını söyleyebilmek mümkün değil. Bu yüzden “IŞİD İslam’la ilgili midir değil midir?” sorusuna her iki cevabı da verebilmek mümkün. Çünkü davanın ya da çağrının temelinde her şeye rağmen İslami bir referans yatıyor, ama diğer yandan İslami referansın son noktada vardığı yer dediğim gibi El Maverdi oluyor ki o da devlete itaati öneriyor, hatta zorunlu kılıyor.
Burada tabii reel siyasete ya da gerçekliğe dönüyoruz. Teori böyle, fakat IŞİD’in gelmesi, dünyadaki bütün cihatçıların öyle veya böyle bir araya gelerek Suriye’de kümelenmesi fakat güneye Şam’a doğru değil, kuzeye Batı Kürdistan’a yönelmeleri AKP ile ilişkilendirmeleri konusunda daha fazla spekülasyonu da mecburi kılıyor. Sebebi ne olursa olsun Arap toplumunun Irak ve Suriye’de çöküşüne sebep olan Kürtler değildi ki. Niçin Kürtler?
Niçin Kürtler olduğunun nedeni de çok açık. Orada da belki yine İbn-i Haldun’dan yola çıkmam gerekiyor. İbn-i Haldun’a göre tarihin varoşlarından gelen gruplar tarihsel aktörlere dönüşüyor. Tarihsel aktörleri Şam’da Bağdat’ta bulmak gerekmiyor, tam aksine tarihin dışladığı aktörler belli bir noktada direnişleriyle tarihsel aktörler haline geliyor.
Bunu bir bağlamda Michael Hardt ve Antonio Negri göçmenler için söylüyor.
Söylüyor, fakat göçmenler en azından Avrupa’da, Amerika’da silahlı değil. Şu anda toplumların çökmesinin yarattığı sonuç şu : Kürtler toplumsallaşıyor. Arap toplumları çökerken şu ya da bu şekilde Kürt toplumu oluşuyor. Rojava’da, Kürdistan’da, hatta Türkiye Kürdistan’ında bir Kürt toplumu oluşuyor. Bu Kürt toplumu şu ya da bu şekilde müesseseleşiyor, farklılaşıyor, bir kültür yaratıyor, kendine has bir siyasal iklim yaratıyor. Diğer yandan Arap toplumlarının çökmesi Arap toplumlarında bulunan en radikal grupların birleşmesini ve devletleşmesini mümkün kılıyor. Şu anda bu yükselen iki güç, karşı karşıya bulunmakta. Ve bu belki kaçınılmaz.
Neden kaçınılmaz?
Çünkü IŞİD’in yükselmesinin önündeki en büyük engel, şimdilik diyelim, Şam rejimi ya da Beşar Esad rejimi değil Kürtlerdir. Hem ideolojik duruşları, hem alternatif karşıt kültür sunmaları, hem bir milli kimliğe sahip olmaları IŞİD’in dayatmak istediği dini kimliğe engel teşkil ediyor. Aynı zamanda topraksal bir bütünlük oluşturmaları ve bu bütünlük dolayısıyla Suriye’nin girişini, Irak’ın girişini, İran’ın girişini ve Türkiye’nin girişini kontrol edebilmeleri ister istemez bu iki dinamik gücü karşı karşıya getiriyor. Fakat bu iki dinamik gücün karşı karşıya olması hem IŞİD açısından önemli sorunlar yaratıyor hem de Kürt hareketi açısından ontolojik diyebileceğimiz sorunlar yaratıyor. Çünkü Kürt hareketi şimdiye kadar genellikle devlet eksenli bir hareketti. Devletlere, zorunlu devlet milliyetçiliklerine karşı çıkan bir hareketti. 2014’te Kürt hareketi birdenbire tanımadığı, tanımlayamadığı, anlam veremediği bir düşmanla karşı karşıya kaldı. Kürt hareketi aynı zamanda kendisini bu yeni aktöre göre tanımlamak zorunda. Bu yeni aktör devletleşen bir aktör ama eski devletleri temsil etmeyen bir aktör, sınır aşırı bir aktör, Arap, Fars ya da Türk milliyetçiliğini savunmayan bir aktör. Ve Kürtlerin karşı karşıya kaldığı temel sorun kendilerini, kendi davalarını, kendi kimliklerini, kendi isteklerini bu yeni aktöre göre nasıl tanımlayacakları.
Bu tabii ki Rojava için geçerli.
Hayır, bu Irak Kürdistanı için de oldukça geçerli. Irak Kürdistanı’nda 2014 son derece tatsız bir yıl oldu. Şengal’in düşmesi gibi nedenlerle. Irak Kürtleri kendilerini biraz Ortadoğu’nun Atina’sı ve Kuveyt’i gibi görüyordu. Kuveyt, petrol zengini bir ülke. Ve Atina demokrasiyi sağlamış bir ülke. Birdenbire 2014’te Sparta olmak zorunda kaldıklarını gördüler. Yani yeniden askerileşmek zorunda kaldılar. Orduyu yeniden düşünmek zorunda kaldılar, toplumu kısmen yeniden askerileştirdiler. Şu anda IŞİD ve Irak Kürdistan’ı arasında 1053 kilometrelik bir ortak sınır var.
Bu süreç sizin de Güney Kürdistan için söylediğiniz gibi, Kürt toplumunu, Kürdistan coğrafyasının toplumunu kendi öz savunmasını sağlayabilmesi için daimi askerileşmeye doğru bir gidişata mı götürüyor? Yani Öcalan’ın dediği gibi Kürtlerin sürekli Gazzeli gibi düşünmesi, sürekli müteyakkız bir halde olması mı gerekiyor? Bu bir toplum açısından ne derece sürdürülebilir? Bir devlet inşası olmadan, belli bir hudut ve hukuk çerçevesi oluşturulmadan sürdürülebilecek bir pozisyon mudur?
Yine bunun için de gelecekle ilgili öngörüde bulunmak mümkün değil. Fakat şu olgu var : grupların öznelleşmesi. Bu öznellik Davutoğlu’nun söylediği gibi bir öznellik değil, tarihin öznesi olmak anlamına geliyor. Şu ya da bu şekilde tarihte bir rol oynamak, kendisini bir grup olarak algılayabilmek, öznelliğe, sübjektiviteye sahip olabilmek, direniş kapasitesine sahip olabilmek anlamına geliyor. Bunun tabi devletleşmeyle ilişkisi olabiliyor. Fakat bazı anlarda olmayabiliyor da. Devletleşmeden direnebilen birçok grubun olduğunu biliyoruz. Osmanlı tarihi de buna tanıktır. Eğer bu grupların bir direnme kapasitesi olmasaydı herhalde 19. Yüzyılda isyanlar yaşanmazdı. Bunu Kürtlerden de biliyoruz. 19. Yüzyılda, 20. Yüzyılda askeri olarak epeyce baskı altında olan gruplardı. Fakat buna rağmen özne olarak kalmaya devam edebildiler. Hatta kendilerini özneleştirebildiler. Mesela Kürtlerin bir tarih okumasına sahip olması, bir coğrafi harita tahayyülüne sahip olması, ortak sembollere sahip olması son derece önemli bir olgudur. Kürtler 20. Yüzyılda parçalandı. Ama aynı zamanda sembolik düzeyde baktığınız zaman Kürt hareketi daha 1930’larda birleşen bir hareket oldu. Kürtlerin birleşmesi sembolik düzeyde 1930’larda çok kısa bir zaman içinde gerçekleşti. O tarihlerde hemen hemen tüm Kürt hareketleri aynı haritayı, aynı tarih okumasını sunuyordu. Ve sanıyorum bu özneleşme olgusu bugün de devam eden bir olgu.
Gerçi Güney Kürdistan’la Kuzeybatı Kürdistan arasındaki münasebetler yani PKK ile PYD, PDK ile KDP’nin münasebetlerinin bu ittifaka cevaz vermediği ya da ilişkilerin bu yönde gitmediğinin bir göstergesi yönünde. Kürt hareketi çok fazla çağrıda bulundu, her iki taraf da bu konuda çalışmalar yürüttü ama ulusal kongre bir türlü toplanamadı örneğin.
Bence o önemli değil. Bu konuda uzun erimli düşünebilmek gerekiyor. Mesela 1980’lerde ve 1990’larda Kürt hareketi içerisinde iç çatışmalar yaşanmaktaydı. Kendi kendini öldürme denilen iç çatışmalar yaşanmaktaydı. 2000’lerden bu yana bu yaşanmıyor. İkinci olgu şu : Kürt hareketinin çoğul bir hareket olması zorunludur. Bu zorunluluk hem vatandaşlık olgusundan geliyor, çünkü demokratik bir toplumun tekli bir toplum olması mümkün değil, hem de tarihten gelen bir zorunluluk. Irak Kürdistanı Türkiye Kürdistanı’na oranla çok daha değişik tarihsel tecrübelere sahip. Şu anda benim görebildiğim kadarıyla Kürt hareketinde iki genel eksen oluşuyor. Ya da iki büyük aktör oluşuyor. Bu büyük aktörler her şeyi kontrol etmiyor. PKK’nin, PYD’yi tümüyle kontrol ettiği kesinlikle doğru değil. PKK’nin PJAK’ı kontrol ettiği kesinlikle doğru değil. Aynı zamanda Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin de İran Kürdistan Demokrat Partisi’ni tümüyle kontrol ettiği söylenemez. Fakat bir yandan Irak Kürdistanı hükümeti - ki o da çoğul bir hükümet- diğer yandan PKK, PYD, PJAK Kürt hareketini belirleyen, yapılandıran iki ana akım olarak ortaya çıkıyor. Ve bu iki ana akımın olması Kürtler açısından son derece önemli bir şans olabilir. İlle de kötü bir olgu olarak görmemek gerekiyor. İç çelişkiler ne olursa olsun bu iki akım aynı zamanda bir regülasyon fonksiyonu olabiliyor. İç çelişkilerin azaltılması, iletişim kanallarının oluşturulması, ortak bir tahayyülün oluşması son derece önemli olgular.
IŞİD, Kürtlerin karşılaştığı yeni düşman dedik. Öte taraftan da Türkiye’de özellikle Kürt hareketinin ve muhalefetin de temel vurgularından biri şu : AKP’nin IŞİD’e destek verdiği ve IŞİD’i Kürtlere saldırttığı gibi iddialar, değerlendirmeler yapılıyor. Siz bu radikal İslami hareketle kendini Batı’ya ılımlı İslam olarak sunmuş veya pazarlamış olan bir başka siyasi parti ya da iktidar arasındaki münasebeti ve fikri geçişkenliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hem Türkiye, hem İran, hem Suudi Arabistan Ortadoğu’nun bu hale gelmesinden son derece sorumlular. Her üçü de. Ya Şiiliği ve Aleviliği destekleyerek, ya Sünni hareketleri destekleyerek Ortadoğu’nun mezhepleşmesinde son derece ağır bir rol oynadılar.
Yani söylendiğinin aksine esas müsebbip Batı ya da Amerika değil mi ?
Değil, kesinlikle değil. 2010-2013 yılları arasında Irak’ta bin intihar saldırısı düzenlendi. Bu saldırıları Amerika düzenlemedi. Ve katledilenlerin binde biri bile Amerikalı değildi. İslam kendisini sorgulayabilmeli. Hem kendi tarihini hem coğrafyasını sorgulayabilmeli. İkinci olgu şu: AKP’nin sanıyorum radikal İslamcı hareketlere destek vermesinin temel nedenlerinden biri Kürt meselesiydi. Rojava’nın oluşmasına duyulan tepki. İkincisi ise bu verilen destek Ortadoğu’nun mezhepleşmesinin bir parçasıydı, ki bu mezhepleşme içte de görülüyor, dışta da görülüyor. Yani İstanbul’un üçüncü köprüsüne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi herhalde bir tesadüf değil.
Üçüncü olgu da şu : radikal İslamcılığa İslam’la cevap verebilmek mümkün olmuyor. Böyle yaptığınız zaman ister istemez daha baskıcı oluyor. O zaman İslami, dini referansları meşrulaştırıyorsunuz, kabul edilebilir tek referans olarak sunuyorsunuz. Bunu yaptığınız anda ister istemez İslam’ın radikal yorumlarının da mümkün olduğunu gösteriyorsunuz. Belçika’da bir profesör olan Leila Babes adında son derece önemli bir araştırmacı var. Bu meslektaşımız 7. ve 10. Yüzyıllar arası İslami devlet doktrininin oluşması konusunda son derece önemli bir kitap yazdı. Ve şunu söylüyor : “İslam bir anarko-teokrasi geliştirdi”. Teokrasi, dediğim gibi devlete itaat şart diyor. Buna karşılık devlet ulemaları koruyor, ama aynı zamanda da İslam’ın adil düzen isteği ya da projesini ihtiva etmiyor. Ve bu adil düzen çağrısı olduğu müddetçe herhangi bir akım kalkıp devlete karşı İslam adına şiddet kullanabiliyor. O yüzden İslam’ın 7. ve 10. Yüzyılda oluşturulan devlet doktrini kaçınılmaz olarak hem zorba iktidarları hem de bu zorba iktidarlara karşı çıkan akımları tarih içerisinde yeniden üretiyor. O yüzden diyorum ki İslami radikal hareketlere karşı, İslam’ın referanslarıyla yola çıkmak kaçınılmaz olarak hem bir yandan ümmetin birliğini sağlamak adına devlete itaat yoluyla iktidarların meşrulaştırılmasını beraberinde getiriyor, hem de kaçınılmaz olarak diğer bazıları “Hayır efendim, Kuran bunu söylemiyor. Kuran tam aksine adil bir düzenin oluşturulmasını söylüyor ve bu adil düzen ancak şiddetle oluşturulabiliyor” diyebiliyor. Şunu unutmayalım : İslam’ın ilk otuz yılı üzerine bilgilerimiz son derece az. İslam’ın devlet doktrini peygamber döneminde oluşturulmadı. 7.-10. yüzyıllarda oluşturuldu. O yüzden bir yığın kişi kalkıp “El Maverdi şöyle söylüyor, falanca böyle söylüyor, fakat ben Kuran’ı doğrudan doğruya Kuran’dan yola çıkarak okuyorum. Kuran’da kılıç ayetleri dediğimiz şeyler var. Bu kılıç ayetlerinden yola çıkarak dünyayı ve dini yorumluyorum. Ve o yüzden şiddet mübahtır” diyebiliyor. Bu çıkmazı aşabilmemizin tek yolu Türkiye dâhil İslam âleminin kaçınılmaz olarak bir noktada sekülarizmi kabul etmesi.
Burada da herhalde Kürtler gibi seküler hareketleri etkin olan aktörler de belirleyici bir unsur olarak yer alıyor. Bu aydınlatıcı mülakat için çok teşekkür ederim.
Röportajın kaydı Nuçe TV’de Nasıl Yapmalı programında 16.09.2015 tarihinde yayınlanmıştır.